28 Aralık 2010 Salı

Kathryn Stockett'in İlk Romanı, "The Help" Üzerine

Türkçeye'ye Pegasus Yayınları tarafından "Yardımcı Kadın" olarak çevrilmiş "The Help", Amerikalı yazar Kathryn Stockett'in ilk romanı. Roman yayınlandıktan kısa bir süre sonra Amerika'da "Çok Satanlar" listelerine girmiş.

Roman, yazarın doğup büyüdüğü, Jackson Mississipi'de, 1960'ların başında geçiyor. Üç farklı kadının, bakış açısından hem o dönemin tarihine tanıklık ediyoruz, hem de Amerika'nın tarihinde, bana göre, önemli ölçüde belirleyici olan siyah - beyaz, köle - efendi zıtlıklarının izini sürüyoruz. Anlatıcılardan ikisi beyazların evinde çalışan siyah hizmetçi kadınlar Aibileen ve Minny, diğeri ise, siyahların o dönemin şartlarında çektikleri sıkıntıları önemseyen, birşeyler yapmak isteyen, diğer beyaz kadınlara pek de benzemeyen Skeeter. Skeeter, bence, kitabın yazarı Kathryn Stockett'ın kitaba yansıması olarak düşünülebilir. Zaten "The Help" adlı romanın içinde de, Skeeter ve Aibileen önderliğinde, siyah hizmetçilerin beyaz efendileriyle ilgili yazdıkları anlatılardan oluşan "The Help" adlı bir kitap yazılıyor. Sözkonusu kitapta, 13 siyah, hizmetçi kadın, çocukluklarından bugüne kadar beyaz efendileriyle yaşadıkları hayatı, sıkıntılarını, mutlu günlerini anlatırken, Skeeter bu çalışmanın hem bir anlamda yaratıcısı hem de editörü görevlerini üstleniyor. Bunlara ek olarak, kendi evlerinde uzun bir dönem çalışmış ancak aniden ortadan kaybolan, Skeeter'ın çok sevdiği Constantine adlı hizmetçiyle ilgili de bir bölüm yazıyor.

Siyahın siyah, beyazın beyaz olarak görüldüğü, yaşam alanının ve bir insanın olabileceği şeyin - bir siyah sadece hizmetçi ya da pamuk tarlalarında işçi olabilir örneğin - kesin çizgilerle belirlendiği bir ortamda ve zamanda böyle bir kitap oluşturmaya çalışmak ve beyaz bir kadının, siyah hizmetçilerle görüşüp konuşması pek mümkün değil. Bu nedenle de herşey büyük bir gizlilik içerisinde yürütülüyor, kitaba yazan tüm kadınların ve bu kadınların yaşadıkları yerin ismi değiştiriliyor. Tabi herşey büyük bir gizlilik içerisinde yürütülmeye çalışılsa da kitabın basılmasının öncesinde ve sonrasında, hem Skeeter hem de siyah kadınlar farklı farklı sıkıntılar yaşıyor. Ancak neticede şartların pozitif anlamda yavaş yavaş değişmeye başladığı, siyahların da üniversitelerde okumaya başladığı ve başka eyaletlerde pek çok eylemin yapıldığı bir ortamda, sadece hizmetçi olarak görülen bu kadınlar, başlarına gelebilecek olanlardan dolayı çok büyük endişe içinde olsalar da, seslerini duyurmayı ve en azından anlatarak, ruhen özgürleşmeyi başarıyorlar.

Bir anlamda, roman içinde roman olma özelliği taşıyan, "The Help", oldukça sürükleyici ve okuması keyifli bir roman. Üç farklı anlatıcı üzerinden, hikayenin anlatılması da romana farklı bir renk veriyor. Aynı duruma, üç kadının farklı bakış açılarını görme fırsatını yakalarken, bir dönemin tarihini de okumuş oluyoruz "The Help" sayesinde.

Berna

21 Aralık 2010 Salı

Louisa May Alcott ...

19. yüzyılda yazılmış ve yayınlanmış "Küçük Kadınlar" adlı romanı  çoğumuz biliriz. Bazılarımız için "Küçük Kadınlar"ın hayatımızda önemli bir yeri vardır ve bir dönem Jo March olmak istemişizdir, bazılarımız da sadece adını duymuşuzdur yüzyıllardır okunan bu romanın.  Peki yayınlandığı dönemde çok satan bir roman olan ve sonrasında da yüzyıllar boyunca okunan bu romanın yazarı Louisa May Alcott kimdir? Kimilerine göre, Louisa May Alcott, Jo March'ın ta kendisidir, kimilerine göre ise Louisa May Alcott'un kim olduğunun hiç önemi yoktur. Ancak Susan Cheever'in "Louisa May Alcott" adlı biyografisi, onu yakından tanımak isteyenler için güzel bir başlangıç olabilir.

Amerikalı bir yazar olan Susan Cheever'in yazdığı biyografi, Louisa May Alcott ile ilgili yazılmış ne ilk ne de son biyografi.  Cheever, günlüklerden, mektuplardan ve Alcott'un yazdığı pek çok hikaye, roman, çocuk kitabı ve makalelerden faydalanmış biyografiyi yazarken. Alcott da ömrünün son günleri yaklaşırken ardında, pek çok ünlü yazar gibi, mektup, günlük bırakmak istememiş ancak bize onun hayatıyla ilgili fikir verebilecek günlük kaydının ve mektubun olduğunu söyleyebiliriz.

Alcott ailesi aynı "Küçük Kadınlar"daki March ailesi gibi 4 kızkardeş ve anne babadan oluşan ve Louisa May Alcott yazdığı romanlar sayesinde ünlü olup, para kazanmaya başlayana kadar da ciddi finansal sıkıntılarla ve krizlerle boğuşmuş bir aile. Ve bu maddi sıkıntılar, Louisa May Alcott'un zihninde hep bir para kazanma isteğinin olmasına neden olmuş. Ünlü Amerikalı yazar ve düşünürlerden oluşan bir çevrede büyümüş Louisa May Alcott. Babası Bronson Alcott eğitim konusunda, o dönem için öncü olan fikirleriyle önemli bir insanmış, bunun yanısıra ünlü Amerikan yazar ve düşünürleri Emerson, Thoreau, Whitman ve daha pek çok isim hep Louisa May Alcott'un etrafındaymış. Hem maddi sıkıntılar hem de kendini en iyi hissettiği an "yazma" anları olduğu için Louisa May Alcott, hep birşeyler yazmış. Bunlar kimi zaman aile ve yakın çevre için yazılan okuyanlar, hikayeler olurken, kimi zaman da dergilerde farklı bir isimle yayınlanan ve sınırlı bir maddi katkıda bulunan hikayeler, şiirler olmuş. Maddi sıkıntıların hayatlarındaki etkisi nedeniyle Louisa May Alcott, yazmanın yanısıra dikiş dikmiş,çeşitli okullarda hiç hoşlanmadığı bir iş olan öğretmenlik yapmış. Ve en baştan, ilginç bir şekilde, her daim finansal krizlerle boğuşan ailenin, hem maddi hem manevi anlamdaki bakıcısı olmuş. Evet istediği gibi yazmış, "Küçük Kadınlar"ın yarattığı ilgiyi 36 yaşında görme şansına sahip olmuş, sonrasında da yazmaya devam etmiş ve diğer romanları da çok beğenilmiş ama sanki hiçbir zaman istediği gibi yaşayamamış ve üstünde hiç bitmeyen bir sorumluluğun baskısı varmış. Ünlü ve para kazanan bir yazar olduktan sonra, Avrupa'da bir süre dilediği gibi gezmiş, fakat sonrasında annesinin rahatsızlığı nedeniyle ömrünün büyük çoğunluğunu geçirdiğini Concord'a dönmek zorunda kalmış ve bir daha da hayalindeki diğer seyahatleri yapamamış. Ailesiyle ilgilenme zorunluluğunun yanısıra 30'lu yaşlarından sonra hayatında önemli rol oynayan bir diğer baskı unsuru da, kendini sürekli tekrar eden fiziksel rahatsızlıklarıymış. Savaş sırasında bir dönem hastanede çalışan ve o sırada geçirdiği ağır rahatsızlık nedeniyle, o dönem herkesin başına geldiği gibi, yanlış tedavi edilen Louisa May Alcott, bu yanlış tedavinin izlerini ömrünün geri kalanında taşımış. Ve bu rahatsızlığın tekrar eden etkileri nedeniyle de 55 yaşında, ardından pek çok eser bırakarak ölmüş.

Louisa May Alcott'un yaşamını okumak bir kadın yazarın yaratma süreçlerini ve herşeye rağmen nasıl yazdığını, yazabildiğini görmek açısından oldukça ilginç. Ancak Louisa May Alcott'un yaşamını okuduktan sonra, benim zihnimde kalan imge ünlü ve çok okunan kitaplar yazan bir kadına ait değil, benim zihnimdeki imge; bir türlü istediklerini yaşayamamış, istediği gibi gezip görememiş ve sorumlulukların çemberinde bunalmış bir kadın imgesi.

Berna.

23 Kasım 2010 Salı

“Salla zarları, bak bakalım n’olacak. Neden olmasın ki?”[i]


68 yaşında zengin bir erkekle, 16 yaşında, güzel ve çocuk bakıcılığı yapan bir kız arasında sizce ne olabilir? Benim aklıma gelen ilk ilişki türü; yılların bilgeliğine sahip yaşlı adamın, genç ve tecrübesiz kıza hayatı anlatması ve kızın da bu bilge dostluğun sonrasında yaşamına yeni bir yön vermesi. Ya da yaşlı adamın, genç kızı ölen kızına benzetmesi ve tüm maddi  varlığını beklenmedik bir şekilde ona bırakarak ortadan kaybolması. Evet klasik senaryolar ama bu senaryoların çok şahane bir şekilde anlatıldığı romanlar ve filmler var. Bahsettiğim senaryolardan farklı başka senaryolar da yaratılabilir ama bana kalırsa “Güzel Bir Kız”ın yazarı Joyce Carol Oates’in yarattığı ilişki türü çoğu kişinin aklına gelmez. Fakat çoğu insanın aklından geçirmeyeceği bir ilişki, bir kurgu yaratmak kimi durumlarda son derece çarpıcı olabilirken, bana göre “Güzel Bir Kız”da bu durum sözkonusu değil.  Evet, Oates romanın yarısından fazlası geride kalmışken, yaşlı adamın kızdan ne istediğini netleştiriyor ve bunu yaparken okuyucuyu şaşırtıyor ama tatmin etmiyor, bana kalırsa.
Romanın kapağında “New Statesman”dan kitap hakkında yapılmış bir alıntı var;  “Mutlu sonlara inancımızı yitirdiğimiz bir çağda, modern bir masal. Yoğun ve çarpıcı.” Etkileyici ve merak uyandırıcı bir alıntı ve bunun dışında Oates’in kitabın yazarı olması da çoğu okuyucu için etkileyici olabilir. Oates’in yazdığı onca kitap ve aldığı onca ödül zaten insanda ister istemez, şahane bir roman okuyacağı beklentisi uyandırıyor. Bu beklenti, bende romanı ilk elime aldığımda fazlasıyla yoğundu mesela çünkü Oates’in adını yüzlerce kez duymuş fakat hiçbir kitabını okumamıştım.  Ve Oates hakkında yazılanlar ve anlatılanlar paralelinde çok başarılı bir roman okuyacağımı düşünüyordum.  Ancak maalesef hayal kırıklığına uğradım çünkü ne kurgu ne de karakterler yoğun ve çarpıcıydı. Fazla hesaplı bir roman gibi geldi hatta bana “Güzel Bir Kız”. Sanki Oates yazarken şöyle düşünmüş; “Evet iki zıt karakter yaratayım, biri zengin, yaşlı ve çirkin; diğeri fakir, genç ve güzel olsun. Sürpriz bir şekilde karşılaşsınlar. Neticede ikisinin de birbirinden isteyebilecekleri şeyler var, yaşlı adam güzelliğin, genç kız ise paranın peşinde olabilir ama ben bu ilişkiyi öyle bir hale getireyim ki okuyucu şaşırsın kalsın. Bir masala da bağlayabilirim aslında yaşlı adamın kıza ilgisinin, tutkusunun sebebini.  Arada kızın gel gitleri olsun, sonra yaşlı adamın gerçeği ortaya çıksın ve roman sona doğru ilerlesin. Tamam, şimdi yazmaya başlayabilirim!” Benim okurken alttan alta hissettiğim bu hesaplı edebiyat hissi, ister istemez insanı rahatsız ediyor. Bunun dışında, romanda tekinsiz bir hava da yaratılmaya çalışılmış ama bu da başarısız geldi bana; atılan zarlar, yapılan hamleler, gizemli resimler, kitaplar, hayatlar tekinsiz havayı da, modern bir masalı da vermede yetersiz kalmış. Kısacası, bence Oates zarları sallamış ama sonuç pek de iyi olmamış.
Bir taraftan da belki de gidip Oates’in en başarısız romanını seçtiğimi ve bu kadar roman yazmış bir yazarın başka romanlarına da bir şans vermem gerektiğini düşünüyorum. Yani kısa vadeli hedeflerimden biri, Oates’in ödüle layık görülmüş romanlarından bir tanesini okumak olacak. Gerçi ödüllerin, beğenilerin, anketlerin de belirleyiciliği yok, hiçbir ödüle layık görülmemiş fakat şahane yazılmış romanları düşünecek olursak.

Berna



[i] Güzel Bir Kız, Joyce Carol Oates

9 Kasım 2010 Salı

Evliliğin İzinde...


“Ye Dua Et Sev” adlı romanının ardından, Elizabeth Gilbert, “Ye Dua Et Evlen” adlı romanında evliliğin izini sürüyor. Filme de çekilen “Ye Dua Et Sev”in sonunda aşkı bulan Gilbert, bir devam romanı niteliğinde olan son romanında ise evlilik kararıyla karşı karşıya...

Aslında tam da bir karar verme süreci değil Gilbert’ın içinde bulunduğu durum. Yasal sıkıntılar ve sevgilisi Felipe’nin Amerika’da yaşamasının önündeki engeller nedeniyle, Gilbert, bir anlamda, evlenmek zorunda kalıyor. Gilbert ve sevgilisi önceden yıpratıcı boşanmalar yaşadıkları için evlilikten uzak durma kararı almış durumda. Ancak evlilik bir zorunluluk olarak karşılarına çıktığı zaman, Gilbert, bana göre, doğru bir karar alarak evlilik kurumunun doğumundan günümüzde geldiği noktaya kadar olan süreci keşfe çıkıyor ve evlilik fikriyle barış imzalamaya çalışıyor.

Sevgilisi sınırdışı edildiği ve ondan uzak yaşamak istemediği için iki aşık birlikte dünyanın farklı yerlerinde yasal işlemler gerçekleşene kadar seyahat etmeye başlıyor ve Gilbert bu süreçte hem evlilikle ilgili araştırmaları, kitapları ele alıyor hem de gittiği ülkelerde, farklı kültürlerin evliliğe bakışıyla ilgili sohbetler, gözlemler yapıyor. Bu noktada insan ister istemez, “Keşke hepimizin bir zorunluluk ya da karar verme süreci öncesinde böyle bir keşif dönemimiz olsa,” demeden edemiyor tabi.

Gilbert evliliği Batı tarihi açısından ele alıyor, Müslüman ülkelerdeki evlilikler araştırmasının dışında kalıyor. Bu kararında, hem imkanların sınırlılığı hem de kendisinin bir Amerikalı olması belirleyici oluyor. Ve Felipe’yle evlilikleri öncesinde geçirdikleri aylar boyunca evlilik üzerine okuyor ve düşünüyor. Son derece yavaş işleyen yasal sürecin adım adım sona yaklaştığı dönemde ise Ferdinand Mount adlı İngiliz bir yazar tarafından yazılmış “Yıkıcı Aile” adlı kitap Gilbert’in evlilikle kendi barışını yapmasını sağlıyor. “Yıkıcı Aile” temelde, ailenin topluma, diktatörlüklere, kurallara karşı yıkıcı, mahrem bir birliktelik olduğunu ve otoritelerin aslında evlilik kurumundan, kurumu tam anlamıyla kontrol edemedikleri için rahatsız olduklarını ve bu yüzden bir sürü kuralla onu kontrol etmeye çalıştıklarının altını çiziyor. Mount’un kitabıyla evlilik bir anda, kadının kimliğini kaybettiği, insanların bir süre sonra içinde mutsuz ve aşksız olduğu bir kurumdan insanların bir şekilde, otoriteye karşı birlikteliğine dönüşüyor ve evlilikle ilgili Mount’un bakış açısı Gilbert’i rahatlatıyor. Zaten nihayetinde, sevgilisi Felipe’de insanın ister evlenerek ister evlenmeden hayatı birlikte geçirmek isteyebilecceği biri; sevgili dolu, ev işlerini paylaşmayı seviyor, karşısındakini anlıyor ve saygı duyuyor...Ve çiftimiz kitabın sonunda Amerika’da kendilerine özgü bir törenle evleniyor.

Gilbert’in kitabı, Batı evliliğinin izini sürmek açısından okuması keyifli bir kitap. Ancak baştan söyleyeyim, çok detaylı bir araştırma ya da iz sürme değil bu. Daha çok okuduklarına, Gilbert’in kendi bakış açısı sözkonusu olan. Bir de bana göre, Gilbert, kitabının sonunda okuduğu, incelediği şeylerin bir listesini ekleseydi okuyucu açısından daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.

Ve son olarak, Gilbert’in sadece kendi hayatı üzerinden yazdığı bu son iki romanını okurken, bundan sonraki romanının ne üzerine olacağını düşünmeden de edemiyorum. Felipe de kendisi de çocuk sahibi olmamaya karar verdikleri için bundan sonraki roman “Ye Dua Et Doğur” olamaz büyük olasılıkla ama belki “Ye Dua Et Yaşa” diye bir roman yazabilir, hayatlarının nasıl gittiğiyle ilgili. Bu arada, insanın kendi hayatını temel alarak bir roman yazabilmesi ve bunun çok satan bir roman haline gelmesi Gilbert açısından şahane bir durum olsa gerek çünkü kurgu yazmadığı için büyük olasılıkla yaratıcılıkla ilgili sıkıntılarla uğraşmıyor. Ancak bu şekilde yazmanın kötü yanı da insanın sürekli bir şeyler yaşamasının gerekliliği, Gilbert örneğinde olduğu gibi; önce bir boşanma ve kendi keşfetme yolculuğu, sonra da aşk ve evlilik yolculuğu.

Evliliğin izini sürmek isteyenlere, keyifli yolculuklar...

Berna

3 Kasım 2010 Çarşamba

Sokağın Otobiyografisi: Hırsızın Günlüğü

“Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip.”
                                                                                                                                  Walter Benjamin

Andre Gide, Dostoyevski biyografisinde, Dostoyevski’yi Fransa’ya tanıtan M. de Vogüé’in, “yazarın nezaketsizliği yüzünden özür dilemek” zorunda kaldığını anlatır. Dostoyevski’nin insan zihnine tuttuğu aynaya yansıyanlar, Paris’in çamurlu sokaklarının sefaletinden çok daha ürkütücü olmalı ki, Batılı yayıncılar Dostoyevski’yi okura bir özürle birlikte sunma gereğini hissederler.  İnsan doğasına ilişkin tüm safdil teorileri yerle bir edecek denli “kötülük” çıkarmıştır şapkasından Dostoyevski ve üstelik onun kötülüğü bildik toplumsal analizlerle, ahlâk teorileriyle açıklanabilecek türden de değildir. En azından Fransız nezaketini incitebilecek  denli kabadır Dostoyevski.

Jean Genet, ilk kitabını yayımladığında birileri çıkıp okurlardan özür dilemiş midir bilinmez ama Genet’nin nezaketsizlik konusunda Dostoyevski’yi fersah fersah geride bıraktığı açık. Dostoyevski hiç değilse insanlara İsa’nın yolundan giderek ulaşabilecekleri bir ruhsal kurtuluşu vaat ediyordu. Genet ise kötülüğü tek erdem haline getirmişti ve bu yüzden de iyiniyetli okurların gözyaşlarıyla kucaklamaya hazırlandıkları geçmişi karanlık bir yazarın otobiyografisini Hırsızın Günlüğü adıyla yayımlamıştı. Hikmetinden sual olunmaz dehaların hınzırlıklarıyla bezenmiş ve yazıldığı anda okura göz kırpan günlükleri, otobiyografileri dolduracak bir hayat öyküsü de yoktur Genet’nin: “Ben 19 Aralık 1910’da Paris’te doğmuşum. Sosyal Yardım Kurumu’nun koruduğu kimsesiz çocuklardan olduğum için, geçmişim hakkında başka bir şey öğrenmem olanaksızdı. Yirmi bir yaşıma geldiğimde bir nüfus cüzdanım oldu. Annemin adı Gabrielle Genet’ymiş. Babam hâlâ bilinmiyor. Assas Sokağı’ndaki 22 numaralı evde dünyaya gelmişim”. Nüfus kayıt memurunu bile tatmin etmeyecek bu bilgiler, okuru nasıl tatmin edebilir ki? En iyisi şöyle bir hayat öyküsü anlatmak: “Kötülük denen şeye doğru bir serüvenin ardından aşkla koşup sonunda hapishaneye düştüm”. Doğum ve ölüm tarihleri arasında verilen ve anlamlı bir bütün yarattığı varsayılan hayat öykülerinden çok daha yalın ve gerçektir Genet’nin öyküsü. Bir piç olarak doğmak, dünyayla öylesine senli benli bir karşılaşma yaşatmıştır ki Genet’ye, hayatı boyunca  ailenin, okulun, kilisenin rehberliğine hiç  ihtiyaç duymamıştır. İhtimaldir ki, bir yurttaş olarak kabulü de, devletin suçlulara ve askerlik çağı gelmiş erkeklere gösterdiği özel ilgi sayesinde olmuştur. Tanrı’nın olmadığı bir an’dır piç doğumu. Sosyal Yardım Kurumu’nun yardımseverliğinin ulaşamayacağı bir dünyaya fırlatılmak demektir. Öğretilmiş bir iyiliğin değil, seçilmiş bir kötülüğün hüküm sürdüğü bir dünyada insan varoluşuna konulan tüm sınırların üstünden atlayıp ikiyüzlü erdemlere “nanik” yapmaktır.

Aslında sokağın otobiyografisidir Hırsızın Günlüğü. “Kötülük denen şeye doğru bir serüven”in yaşandığı sokağın. Genet’nin “siz” diye seslendiklerinin dünyasından tümüyle soyutlanmış, hırsızların, katillerin, fahişelerin, eşcinsellerin mekânı haline gelmiştir sokak. Büyük kent kalabalıklarının evcilleştirici, insanileştirici varlığı ortadan kalkmıştır. Suç,  sokaktakileri, yoksulluğun erdemine sarılıp yaşayanlardan da koparmıştır. Çatıların altında yaşanan—zengin ya da yoksul— tüm insanlık hallerini reddediştir sokak: “Dünyada hiçbir şey alışılmamış, tuhaf değildi. Bir generalin kolundaki yıldızlar, borsa fiyatları, zeytin toplama, adli üslup, tahıl piyasası, çiçek tarhları... Hiçbir şey. Ayrıntıları aralarında tam bir bağlantı içinde olan bu korkutmuş ve korkutulmuş düzenin bir anlamı vardı, bu anlam benim sürgün durumumdu”.

Kötülük isyandır Genet için. Düzenin yasakladığını yapmayı ister o. Hitler Almanyası’nda “Berlinli en titiz burjuvanın beyninin içinde büyük bir ikiyüzlülük, kin, kötülük, acımasızlık ve açgözlülük kaynağı bulunduğunu” düşündüğünden çok sevdiği mesleğini, hırsızlığı, icra etmez. Berlinlileri rahatsız edecek bir başka meslek bulur kendine: Fahişelik. Düzeni yeterince rahatsız etmediğini hissettiğinde “geçerli ahlâk yasalarına saygı gösterilen ve yaşamın bu yasalar üzerine kurulu olduğu bir ülke” aramak üzere yola çıkar.  Dış dünyayla paylaşabileceği bir kötülük çekmez ilgisini, o piç doğumuyla dünyaya verdiği rahatsızlığın ebedi olmasını dilemektedir.

“Kötülüğe adanmış erkekler”in güzellikleri çeker Genet’yi. Belki de dış dünyaya karşı sokağın gücünü temsil eder erkeksi bedenler. Gücün güzelleştirdiği erkeklere duyulan hayranlık onu polislere çeker. Suçlulardan sonra en çok polisler bilir gecenin ve sokağın şeytaniliğini, en çok onlar koşar kötülüğün peşinden. Erkekliğin sembolü olan rozetleriyle yasakoyucunun gülünçlüğünden uzaktır polisler, çünkü “onlar insan öldürebilirler. Uzaktan ve vekaleten değil, elleriyle öldürebilirler. Öldürmeleri, buyrulmuş olsa bile, yine de, kararıyla birlikte, bir katilin sorumluluğunu gerektiren, özel, kişisel bir iradeye bağlıdır. Polise öldürmek öğretilir”. 

Aslında öyküsü yoktur Genet’nin sokağının. Otobiyografisi de. Yalnızca an’ları vardır, ilhamlarını Şeytan’dan değil insan varoluşundan alan hırsızların, katillerin kötülük an’ları. Piç, hırsız ve eşcinseldir Genet. Sokaktakileri de bu üç kelimenin içerisine sığdırarak anlatır. Hepsi fırlatılmıştır sokağa ve onların incelikli duyarlıkları harekete geçirecek, günahlarını bir çırpıda bağışlatacak acıklı öyküleri de yoktur. Okur, sokaktakilerin kötülükten utandıklarına dair herhangi bir ipucu ele geçiremeyecek, vicdanına ve sorumluluk duygusuna seslenen bir yardım çağrısı duyamayacaktır. Dolayısıyla, “kıssadan hisse” çıkarabilecek bir malzeme de yoktur ortada. Genet, Baudalaire gibi “riyakâr” okuyucuya kardeşlik payesi vermez. Erdemli okur,  kendisini sokağa çıkmaktan alıkoyan erdemleriyle kalacaktır eşikte. Genet, dış dünyayla kendisi arasında kelimelerin kurduğu köprüyü kaldırıp atmak konusunda da tereddüt etmez, belki de yazmanın sokağın ihanetlerine benzemeyen türden soysuz bir ihanet olduğunu farketmiştir:  

Sizin hor gördüğünüzü güzelleştirerek, yüreğimi altüst edecek bir şeye büyüleyici, çok     güzel bir ad vermekte toplanan bu oyundan bıkan zihnim, herhangi bir niteleyici  sözcüğü reddediyor; canlı ve cansız varlıkların tümünü birbirlerine karıştırmadan, aynı çıplaklıkları içinde kabul ediyor, ardından, bunları giydirmeyi reddediyor. Böylece, artık yazmak istemiyorum. Harflerden elimi eteğimi çekiyorum.  

Ve son olarak, bütün kötülüğüne karşın, Genet’yi sanat ve muhalif ruh aşkına kucaklamaya hazır okur için Walter Benjamin’den bir pasaj: “Bir Rimbaud’nun, bir Lautréamont’un şeytaniliğini, sanat için sanat’ın bir süsü olarak züppelikler listesine katmanın cazibesine kapılmak son derece kolaydı. Oysa bu romantik maske kaldırıldığında arkasında işe yarar şeyler bulunacak, kötülük kültünün her tür ahlakçı sanat merakına karşı, ne kadar romantik olursa olsun ayrıştıran, arındırıcı bir politik aygıt olduğu keşfedilecektir”. Üstelik, Genet’nin romantik bir maske takınmaya gerek duymaksızın tapındığı kötülük kültü, düzeni reddedenlerin rehavet dolu konformizminden çok daha politik.

Genet, Jean. Hırsızın Günlüğü. Çev. Yaşar Avunç. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.
Benjamin, Walter. “Gerçeküstücülük”. Son Bakışta Aşk. Çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
           
Aslı Güneş

Bu yazı Birgün Kitap'ta yayınlanmıştır, 3 Ekim 2006

1 Kasım 2010 Pazartesi

Karşınızda Dirmit...

Latife Tekin’in ilk kitabı olan Sevgili Arsız Ölüm, masalsı bir roman. İçinde hem insanlar, hem cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, dertlere çare bulmaya çalışan kar, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü unsur var. Kitap, masalsı bir hava içerisinde geçiyor ve başlarda çok sürükleyici gelmese de sonrasında çocukken dinlediğimiz sürekleyici masallar gibi bir çırpıda akıp gidiyor. Sevgili Arsız Ölüm’de bir ailenin fertlerinin yaşadıklarını okuyoruz. Huvat, Atiye, Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye’nin yaşadıkları, başlarına gelenler, bu arada zaman zaman olaylara dahil olan köylüler ya da cinlerle olaylar gelişiyor, karakterler büyüyor ve değişiyor. Romanın mekanı da bir süre sonra değişiyor. Alacüvek köyünde başlayan hikaye, ailenin göç etmesiyle denizi olan bir şehirde devam ediyor. Roman boyunca, hiç bitmeyen bir hareket var. Ve bu hareket sayesinde karakterleri tanıyor ve anlıyoruz. Karakterlerin duyguları hisleri bize direkt anlatılmıyor. Hareketler bize ne olup bittiğini anlatıyor. Hareketliliği doğuran kimi zaman geçim derdi, kimi zaman Dirmit’in cinli olduğu fikri, kimi zaman da Huvat’ın beyaz çubuklu şeytan pantolonu olabiliyor. Sonuç olarak, Sevgili Arsız Ölüm’de derdi tasası hiç bitmeyen, sürekli bir mücadele içerisinde olan aile fertlerinin, büyülü unsurlarla içiçe dünyasına, okuyucu olarak biz de katılıyoruz. Tüm karakterlerin yaşadıkları ilginç olmakla birlikte bana göre, Dirmit kızın hikayesi hepsinden güzel ve umut verici. Dirmit kız, zoru başarıyor ve hikayenin merkezine oturuyor...

Sevgili Arsız Ölüm, daha önce de belirttiğim üzere pek çok karakterin etrafında gelişiyor. Kitabın başında köye bir otobüs getiren, sürekli yeni fikirleri, yeni tutkuları olan Huvat’la, sonra da köye getirdiği ve diğer köylü kadınlardan farklı bir kadın imajı çizen Atiye ile tanışıyoruz. Bu çok belirgin bir fark değil belki ama Atiye’nin dikiş dikip çocuklarını farklı giydirmesi ya da köylülere göre bir icat olarak değerlendirilen sabunla çocuklarını yıkaması bence onu köyün diğer kadınlarından daha farklı kılan küçük unsurlar. Atiye, Huvat yeni işler, yeni tutkular peşinde koştururken ardarda çocuklarını doğurur. İlk olarak Nuğber gelir, sonrasında Halit ve Seyit, anasına daha doğmadan “Ana! Ana!” diye seslenen Dirmit doğar sonra, son olarak da istenmeyen ve Atiye’nin düşürmek için elinden geleni yaptığı, doğduğunda sıçana benzeyen Mahmut dünyaya gelir. Böylece Huvat ve Atiye Aktaş ailesinin fertleri ve romanın karakterleri ortaya çıkmış olur. Bu kadar çocuk arasından ise daha doğmadan anasını “Ana! Ana!” diye çağıran ve Cinci Mehmet’in “Doğacak çocuk eksik doğmazsa başına gelmedi kalmayacak, a-ha,” diyerek hamur tahtasına onun için bir çentik attığı Dirmit, daha doğmadan diğer çocuklardan farklı olacağını ve roman genelinde önemli bir rol oynayacağının sinyalini vermektedir ve nitekim de öyle olur.

Dirmit’in maceraları küçüklüğünden başlar, örneğin Dirmit’le Keşli Fırat’ın oğlu Ömer’i kümeslikte doncak yakalarlar. Bu arada Dirmit sürekli olarak cinlerle bir ilgisi olup olmadığıyla ilgili sorguya çekilmektedir. Bahçedeki tulumbayla arkadaştır ayrıca onunla sohbet etmekte, ona sorularını sormaktadır. Dirmit’in yaptıkları belki de her çocuğun küçükken yaptığı şeyler olarak görünebilir bize. Mesela pek çok çocuğun hayali arkadaşı olmuştur ama yaşanılan köyde ve ortamda Dirmit’in bu olağan hayalleri ya da eylemleri olağanüstü ve cin-peri işi olarak görülür. Bu arada Dirmit artık okul çağına geldiğinde köye yeni bir öğretmen gelir ve Dirmit de okula gönderilen tek kız öğrenci olur. Dirmit’in okula gönderilmesi de aslında Atiye’nin diğer annelerden-kadınlardan farkını ortaya koymaktadır. Dirmit’in okur-yazar olmasını, diğerlerinden iyi anlamda farklı olmasını ama yine de “öteki” olmasının nedeni bir bakıma Atiye’dir. Atiye sonraki süreçte, şehre göç etmelerinden sonra da Dirmit’in okumasını, diğer çocukları geçim derdine düşmüş olmasına rağmen destekler ama bir taraftan da Dirmit’in cinlere perilere karıştığını düşünmekten geri kalmaz. Sırtından köteği eksik etmez diğer aile fertleriyle birlikte, Dirmit’in saçını başını yolmaktan da geri kalmaz hiçbir zaman.

Dirmit’in öğrenme tutkusunun büyüklüğünü ise öğretmen köyden ayrıldıktan sonra onu bulmak için her türlü yolu denemesinde görürüz. Dirmit, öğrenmeye istekli, sorgulayıcı, meraklı, başına buyruk bir karakterdir. Dirmit’in yaptıkları (tulumbayla konuşması, öğretmenini bulmak için her türlü yolu denemesi,…) köylüler tarafından onay görmez ve dışlanır. Dirmit farklı olmanın acısını çeker her daim. Bu süreçte şehre ailecek göç edilmesi gündeme gelir. Zaten Huvat bir süredir şehirde iş güç peşinde koşmaktadır. Dirmit gitmek istemez, tulumbasından ayrılacak olmak üzer onu. Ancak sonunda şehre doğru yolculuğuna başlar. Dirmit, fantastik öğelerle örülü, cinli perili, tulumbalı, okulsuz yaşamından yeni bir yaşama adım atmaktadır.

Dirmit’in yanısıra Huvat, Atiye, Halit ve karısı Zekiye, evlenmemiş Nuğber, Seyit ve Mahmut da yeni bir yaşama başlayacaklardır ismi okuyucudan gizlenen şehirde. Şehrin adını koymak okuyucuya kalmıştır. Bana göre, şehrin adı İstanbul’dur çünkü vapurla başlar şehirdeki yolculuk. Denizli şehirde Dirmit dışında ailenin bütün fertleri için tek bir odak noktası vardır: geçim. Herkes bir işle uğraşır didinir ama işleri ve istekleri sürekli değildir. Herkes farklı işlerin peşinde koşar durur. Bu arada Dirmit, şehirde kendine sohbet edecek yeni birini bulur: kuşkuotu. Sözkonusu otun adı bile Dirmit’in karakteriyle ilgili ipucu vermektedir. Dirmit, okumak öğrenmek isteyen, soruları olan, ve sorularına cevap bulmak isteyen bir karakterdir. Nitekim kuşkuotu sayesinde kitaplığa girmeye cesaret eder, okudukça okur, iç dünyası zenginleştikçe zenginleşir. Dirmit bir gelişim içerisindedir, bu arada diğer karakterler para kazanmak için hünerlerini sergilemektedirler. Dirmit Atiye’nin de desteğiyle okulda oldukça başarılıdır. Her karakterin yaşadıklarında, gerek dualarıyla gerek yorumlarıyla kitap genelinde önemli rol oynayan Atiye, Dirmit’in okumasını da desteklemektedir ama Dirmit’in şüpheli bulduğu hareketlerini cezalandırmaktan da geri durmamaktadır.

Bu arada Dirmit’in ergenliğe girişi gelir çatar. Dirmit’in ergenliği süresince Atiye’nin sergilediği tutum baskıcı ve kadın olmanın zorluklarını dikte eden bir niteliktedir. Meraklı, soruları bitmeyen Dirmit’e bu süreçte genç kızların soru sormasının ayıp olduğu söylenir. Soruları olmayan bir Dirmit olabilir mi peki? Dirmit sorularıyla, farklılığıyla büyür, ailenin geçim derdiyle, başına gelenler de büyür, her karakter farklı çileler çeker. Bu arada sadece Atiye değil, ailenin diğer fertleri de aslında Dirmit’in okumasıyla ilgilidir. Mesela askerden dönen, en büyük abisi Halit, askerde yazdığı şiir-anı defterinde Dirmit’in resminin altına “Kanımın son damlasına kadar çırpınıp seni okutacağım” yazmıştır. Ancak bu desteğe karşın hiçbiri Dirmit’le uğraşmaktan geri durmaz. Aysun adlı arkadaşından kopartılır Dirmit, topla oynaması engellenir, Dirmit sürekli bir kalıba sokulmaya çalışılır ama bunda başarılı olunduğu pek söylenemez. Çamurdan heykeller yapmaya kalkar engellenir, radyoyla yakınlaşır, radyoyla yatar kalkar olur, dayağı yer oturur, sürekli adam edilmeye çalışılır. Her yaptığı engellenmeye çalışılan ve deli muamelesi gören Dirmit’in aslında ailenin tüm fertlerinden daha aklı başında olduğunu, annesi hastalandığında onu doktora götürmeleri gerektiğini söylemesinde görülür. Dayağa, köteğe, saç yolmaya, banyolara kilitlenmeye, sürekli engellenmeye karşın Dirmit gelişmektedir. Bana göre, roman genelinde diğer karakterlerin ne yapıp ettiklerini en az Dirmit’in hikayesi kadar bilmemize rağmen Dirmit hikayesinin başlangıcı, gidişatı ve sonundaki farklılıkla bizi başka yerlere alır götürür, hikayesi bize umut verir.

Dirmit sonunda kendisine dayak yemeden uğraşabileceği bir meşgale bulur: şiir yazmak! Sözcükleri kim fark edebilir ki? Kendini şiir yazmaya verir. Bu tutkusundaki ısrarı, sözcükleri bembeyaz sayfalara dökmekteki hırsı neyi akla getirir peki? Bir yazar adayının, bir yazarın yazma konusundaki tutkusunu. Balzac’ı hatırlattı bana Dirmit mesela, o da Dirmit gibi uyumamak, yazmak için kendini soğuk suların altına sokar, bardak bardak koyu kahve içermiş. Dirmit de aynı Balzac gibi kendine şiir yazmadan uyumayı, yemek yemeyi, su içmeyi, gülmeyi, ağlamayı, helaya gitmeyi yasaklar. Nitekim Dirmit koca bir defterin her satırını şiirlerle doldurur, sözcüklerle yatar kalkar olur, onun peşinde dedektiflik yapan Atiye’yi dikkate almaz olur. Ancak Atiye defteri bulur ve aile fertleri tarafından şiir defteri paramparça edilir. Akla o an tüm aile fertlerinin saygı ve ilgi gösterdiği Halit’in şiir defteri gelir. O niye yırtılmamıştır da Dirmit’in defteri yırtılmıştır? Bana göre, bu Dirmit’in cinsiyetinden kaynaklanır, kadın kısmına şiir yazmak, farklı olmak yakışmaz, kadın kısmı dizini kırıp oturmalıdır. Ama Dirmit dizini kıracak kız değildir. Ertesi gün kendini sokaklarda bir eylemin orta yerinde bulur. O da açar ağzını yumar gözünü, başlar bağırmaya “Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar,” diye, kendi isyanını haykırır o da kalabalıkla birlikte. Haykırışı, bağırması evde de sürüp gider. Bu arada Dirmit’e yeni bir yetenek daha hasıl olmuştur: evlerin içini, başkalarının hayatlarını görebilmektedir artık Dirmit. Ve bence kitabın en önemli sahnesi ortaya çıkar bu süreçte; Dirmit’in ailenin diğer fertlerine yabancılaşması. Düşüne düşüne ipin ucunu kaçıran Dirmit evdekileri tanımaz olur. Düşündükçe düşünür, yıldız olmayı, su olmayı, ayı düşünür durur. Gözüne bir kara nokta görünmeye başlar, nokta ile konuşmaya durur. Dirmit sokaklara vurur kendini, Atiye ise Dirmit’e vurur. Dirmit nihayetinde suya tutulur, suya verir kendini. Gece şiir yazar, gündüz şiirlerini denize okur. Kimseyi tanımaz, kimseden korkmaz olur. Dirmit, artık onu geri tutan, engellemeye çalışan ailesinden kopmuştur, onlara yabancılamıştır, köyde “öteki” olan Dirmit, şehir hayatında ailesine göre, “öteki”dir artık. Dirmit’in suya tutkusu ve şiir yazma sevdası nedeniyle yine sokağa çıkması yasak edilir. Ancak Seyit’e yazdığı mektupla şiir yazma iznini koparır.

Ölüm döşeğinde olan Atiye’nin Allah’ın karşısına çıktığında ne söyleyeceğinin aile içi tartışmasında da Dirmit farklılığını okuyucunun ve aile fertlerinin gözleri önüne serer. Annesinin öbür tarafta Allah’a “Sen yazdın, ben de senin yazdığını okuyup gezdim, ne sorgusuymuş şimdi bu diye,” sormasını önerir. Gerek aile fertlerinin evin en küçüğü Dirmit’e fikrini sormasında gerek Dirmit’in mantıklı cevabında Dirmit’in zihinsel olarak ulaştığı noktayı görürüz. Dirmit artık evin damından evlerin içini, oradaki hayatları gördüğünü iddia etmektedir. Sözcüklerle aklını bozmuş, denizle konuşan, evlerin içini gören, direnen, yılmayan, dama çıkıp herşeye yukarıdan bakan Dirmit, sonunda ailesine bir mektup yazmaya soyunur. Dirmit’in mektup yazmaya soyunması da ikinci can alıcı sahnesidir bence. Şiir defterini yırtan aileye artık anlatacak birşeyi vardır ve görünen o ki onların yazdıklarını okuyacağından, okumak isteyeceğinden de emin gibidir. Altı gece yedi gün yazar durur. Mektubunu odanın ortasına ip gibi asar, kalanını duvarlara çiviler, bir ucunu da damdan aşağı sarkıtır. Ailesine yazdığı mektubu şehrin üstünde dolaşmaya bırakır. Bu sırada yatak döşen yatan Atiye Hakk’ın rahmetine kavuşur, Dirmit kız ise annesinin zebanilere diklendiğini kara noktalarından öğrenmiş, annesinin boyun eğmemiş olmasına sevinmektedir. Bunu evdekilerle paylaşınca kara nokta oynaması yasaklanır ama olsun Dirmit kız artık şehrin üzerinde uçuşan bir mektubun sahibidir ve annesi nasıl zebanilere boyun eğmediyse o da hayata boyun eğmemiştir ve eğmeyecektir…

Dirmit, bence Sevgili Arsız Ölüm’ün en önemli karakteri. Başına gelenler, başına gelenlere verdiği tepkiler Dirmit’in farklılığını ortaya koyuyor ve onun zorlu yolculuğuna bizi de dahil ediyor. Köyden gelen Dirmit, şehirde şairliğe, yazarlığa soyunuyor ve aslında bir noktada ailesinin saygısını da kazanıyor. İsyankar Dirmit, boyun eğmiyor ve bence kitap devam etseydi eğer, sonrasında Dirmit’in damdan şehrin üzerine yazdığı mektubu okurduk yani yazar Dirmit’i okurduk…

Berna Turhan

24 Ekim 2010 Pazar

Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1 Kitap...


Bir zamanlar “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001” kitap türünde listelere bakar ve hangilerini okuyup okumadığımı kontrol ederdim. Listeyi takip etmezdim/edemezdim ama bir taraftan da bana verilmiş ve tamamlamam gereken bir ödev var gibi hissederdim. Son okuduğum, Mine Söğüt’ün  “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” adlı romanı ise bende, bu romanı “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001” kitap listesine yerleştirme isteği uyandırdı. Fakat böyle bir şansım olmadığı için ben de kendi listemin ilk kitabı yapıyorum “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” adlı romanı; “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1 Kitap” diyerek...

Mine Söğüt’ün herhangi bir romanını okumamıştım daha önce ve bu romanını şans eseri aldım. İlgimi çekti. Sonrasında ise ilk sayfasından itibaren elimden bırakamadım. Kelimenin tam anlamıyla bir solukta okudum ve her yere romandan alıntılar yazma ve romandaki cümleleri içimden tekrarlama isteği uyandırdı içimde. Anlatması, ifade etmesi zor bir roman. Okurken, insanda karanlık bir masalın içine girdiği hissi uyandırıyor. Yalnız, terk edilmiş, terk etmiş insanlar, kapkara kuşlar, gerçekleşen hayaller, öldüren, işkence eden hayaller, hayallerin fotoğrafları, kadınadam Madam Arthur Bey, fotoğrafçı Keşşaf, eski fotoğraflardan yola çıkarak romanlar yazmaya çalışan Olcayto, hayat kadını Nagehan, Şehnaz, Kedileş, Ruhat, Maria...Geçmişi unutma ve geleceği yeniden, farklı bir şekilde yazma çabası. Hayatın Tanrı’nın ilk hayalı olması. Ve tanrının da insanın ta kendisi... Korkunç, korkutucu fotoğraflar, kurgunun dünyasında yaşamak isterken gerçeğin tam ortasına düşen Olcayto, tanrısallık rastlantısallık, geçmişin farklı yazılan, hatırlanan hikayeleri, geçmişleri karanlık kahramanlar, insanlar, yazarak yeni bir gelecek yaratmak...

Büyülü bir dünya, “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”in dünyası. Büyülü ve karanlık. Hem rastlantısal hem tanrısal. Bende her kahramanın kendi romanını, kendi hayatının kendisinin yarattığı hissini yaratıyor ve yaratının insanın elinde olduğu hissini.

Daha önce de dediğim gibi hem hakkında yazması zor bir roman hem de okuyucuda romanla ilgili yazmak, konuşmak isteği uyandıran bir roman. Bunun yanısıra okuyucuda, kapıdan girecek ve yeni bir hayat yazmayı teklif edecek bir yazar beklentisi de yaratan bir kitap. Ben şahsen romanı bitirdiğimden beri içeri girecek ve bana; “Size yeni bir hayat yazmamı ister misiniz hanımefendi?” diyecek bir yazar bekliyorum. Ve son  olarak diyorum ki; kesinlikle okunması, kaçırılmaması gereken bir kitap...

Berna Turhan


23 Ekim 2010 Cumartesi

Seçkinlerin ruhu adına bu kurbanları kabul et, ey Ata’m![1]

“Bütün ‘iyi şeyler’in altında ne çok kan ve vahşet yatıyor.” Nietzsche


Genç bir yazar, deneyimli meslektaşına nasıl bestseller yazacağı konusunda danışır. Aldığı cevaba göre yazacağı romanın mutlaka şu öğeleri barındırması gerekmektedir: “Tarih, gizem, din, seks ve aristokrasi”… Son dönem bestsellerlarını düşününce bu fıkrada su götürmez bir gerçeğin dile getirildiği, görmezden gelinemeyecek kadar aşikâr. Bu formülün geçerlilik kazanışının nedenlerine dair bir dolu şey sıralanabilir elbette, ama kestirme bir biçimde söyleyecek olursak, bu formül, büyük anlatılardan, bütünlük ve tutarlılık vaat eden hayat öykülerinden yorulan çağımız okurunun/yazarının artık düpedüz tüketimin konusu haline gelmiş ‘kimlik inşası’ sorununa bulduğu kolay ve rahatlatıcı çözümün bir parçası. Kendini bugünde inşa etmenin zorluğuna karşı, geçmişin şimdiki zamana karıştımasıyla tarihten ‘ödünç’ alınan kimliklerle sağlanan rahatlama; tarihi mistifiye edip çözüm ve alternatif üretme konusundaki kayıtsızlığı ve tembelliği maskeleme isteği günümüz okur-yazarının halet-i ruhiyesinin bir parçası. Ve belki de David Harvey’in kültür festivalleri için yaptığı saptama, bütün bir kültür piyasası için geçerli sayılabilir: “Nostaljiyi beslemek, sıhhileştirilmiş kolektif hafıza üretmek, eleştiri yoksunu estetik hassasiyet geliştirmek ve gelecekteki tüm olasılıkları ebedi olarak bugüne saplanıp kalacak olan çatışkısız bir arenaya sıkıştırmak” (Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, s. 207).

Ahmet Ümit’in çok satan romanı İstanbul Hatırası da, yukarıdaki bestseller formülüne epeyce uyuyor. Bu yüzden, kısa sürede onbinlerce baskı yapmasını yadırgamamak lazım. Burada tartışılması gereken de, bir romanın bestseller olması değil, onu bestseller yapan öğeler: Bestseller roman yazarının ideolojik manevraları, estetiği salt bir oyun alanı haline getirirken toplumsal düzeni onayladığı, onunla işbirliği yaptığı yerler...

Harvey’in “eleştiri yoksunu estetik hassasiyet” sözü, konusu ve belki de ana kahramanı İstanbul olan bir roman söz konusu olunca daha da önem kazanıyor. Çünkü, Ahmet Ümit’in bu romandaki asıl derdi, bir dönemin, kültürün, tarzın cisimleştiği İstanbul tarihini anlatmak ve kutsamak. Kültürün ve estetiğin idealizasyonu yoluyla belli bir sınıfın hayat tarzına, kaybolan kültürüne ağıtlar yakmak...

Ne demek istediğimizi tam olarak anlatabilmek için, Ahmet Ümit’in, romanının merkezine oturttuğu İstanbul’un bize neler söylediğine bir bakalım. Sarayburnu’nda, Atatürk anıtının altında bir ceset... Kurbanın avucunda İstanbul’un Bizans olduğu zamanlardan kalma bir sikke... İlk cinayetten sonra, okur, kâh bu sikkenin anlamını çözmeye çalışan Komiser Nevzat ve yardımcılarından, kâh hem şüpheli, hem de bilirkişi olan Topkapı Müzesi Müdiresi Leyla Barkın’dan tarih dersleri dinleyerek katilin ayak izlerini takip edecektir. “Tarih dersleri” sözü yanıltmasın; bunlar, Komiser Yardımcısı Zeynep’in Google’dan, muhtemelen de Wikipedia’dan, bulup amirine, dolayısıyla biz İstanbul cahili okuyuculara aktardığı bilgilerdir. Ahmet Ümit, İstanbulluların İstanbul konusundaki cehaletinden öylesine mustariptir ki, romanındaki her karakteri bir turist rehberine dönüştürmekte beis görmez. Roman yayımlandıktan sonra yazarın rehberliğinde düzenlenen ‘kültür turları’ da bu cehaleti giderme yönündeki çabanın eseri olsa gerek.

İstanbul Hatırası’nda, Yeşilçam filmlerinde olmadık anlarda durup şarkı söyleyen karakterler gibi, ikide bir tarih sohbetine dalan karakterler bulur karşısında okur. Bu sohbetlerin, cinayet düğümünü çözmeye bir katkısı olmasa da, ‘tarih’e meraklı okurun İstanbul hakkındaki malumatfuruşluğuna, ya da kitap yabancı dillere çevrildiği takdirde ‘roman tadında’ bir İstanbul rehberine kavuşacak yabancı okurun hazzına yapacağı katkıyı küçümsememek gerek. Zaten günümüzün bestseller kavramı da, muhtemeldir ki, bu tür ihtiyaçların karşılanması üzerine oturuyor.

Maktulün avucundaki parayla İstanbul’un Bizanslı tarihine gönderme yapıldığı hemen anlaşılsa da, Atatürk anıtının anlamı ilk bakışta anlaşılamaz. Bu konuda söylenecek her şeyin üstü örtülü olmasına da özellikle dikkat edilmiştir zaten. Daha ilk sayfalarda katillerin aslında kimler olduğunu anlamak gibi, bu gizli kodu çözmek de kolaydır aslında, ama oraya sonra gelelim.

İmparatorların kurduğu kentlerde seçkinler yaşar
Ahmet Ümit’in, romanda Tarihi Yarımada ile sınırladığı İstanbul manzarası, yalnızca turistik geziler için değil, efkârlı bir İstanbul nostaljisi için de uygun ve gerekli bir zemin. Balatlı üç delikanlının, Komiser Nevzat ile çocukluk arkadaşları Demir ve Yekta’nın, ‘komşunun komşunun külüne muhtaç olduğu’ zamanlardan süzülüp gelen dostlukları yalnızca bireysel geçmişlerinin ortaklığına dayanmaz; onları birleştiren asıl güç, her ölümlünün erişemeyeceği bir kültürel ayrıcalık olan İstanbulluluktur, İstanbul’un o herkese ait olmayan tarihidir.

İşlenen yedi cinayette de, İstanbul için önemli işler yapmış imparatorlara göndermede bulunulur. Kurbanlar, İstanbul’un tarihi dokusuna zarar veren girişimciler, onlarla işbirliği yapan bilim insanları, mimarlar vs’dir. Yani, İstanbul’un katilleri öldürülmektedir. Karakterlerin arşınladığı her sokakta imparatorların, sultanların, büyük sanat eserlerinin izleri vardır. Tarih, yüksek zümrenin izini taşıyan kültür ürünlerinin tarihidir. Komiser Nevzat’ın İstanbul nostaljisi, aristokrat sınıfın anlatılarında olduğu gibi, rafine kültürü bozan her şeye, kaba ve görgüsüz burjuvalara ve ayaktakımına nefretle bakar. İstanbul’u talan eden, sonradan görme para babaları  ve “tarihi anıtlara işeyen” ayaktakımı, ayrıcalıklı elitler için eşit derecede düşmandırlar. Romandaki görgüsüz para babasının, Hakkârili, koruculuk yapan bir aşiretten olması da oldukça manidardır. Tam da bu noktada, “Kültür bir kapitalizm eleştirisi olabilir; bununla beraber, kapitalizm karşıtlarının da eleştirisidir” diyen Terry Eagleton’a kulak vermekte fayda var (Kültür Yorumları, çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay., 2005; s. 27). Kültürü, zaman, tarih, iktidar ve sınıflar üstü bir konuma yerleştiren bu anlayış, aslında oldukça sınıfsal bir hayat tarzı tanımının peşindedir. “Kültür tutkudan çok duyarlılığın tarafındadır; başka bir deyişle, öfkeli kalabalıklardan çok bir tarz sahibi olan orta sınıfların” (Eagleton, s. 28). “Nerede o eski İstanbul?” yakınmalarında dile getirilen, tam da bu orta sınıf yaşam tarzına duyulan özlemdir. 

 “Bakma bu halimize, Elhamdülillah doğma büyüme İstanbul çocuğuyuz. Tamam, sokakta yatıyoruz. Anamız da, babamız da bu şehir. Beşiğimiz İstanbul’du, mezarımız da İstanbul olacak” (s. 101). Cinayet tanığı iki sokak şarapçısından birine bu sözleri söyletse de, herkesin İstanbullu olabileceği konusunda şüpheleri vardır yazarın. İstanbul Belediyesi’nin birkaç yıl önce şehir meydanlarını donattığı afişlerde “Kars’ta doğdum ama İstanbulluyum”, “Yerlere tükürmüyorum, çünkü İstanbulluyum” minvalinde, adabımuaşeret aracılığıyla yaymaya çalıştığı İstanbulluluk bilinci ne kadar sahiciyse, sokak serserisinin İstanbulluluk bilinci de o kadar sahicidir. İmparatorluk saraylarından, yüksek sanat ürünlerinden haberdar olmayan birinin, ‘İstanbul Hatırası’ fotoğraflarına giremeyecek kadar kaba saba olarak görüleceği aşikârdır. Zaten Komiser Nevzat da, neredeyse her satırda, bir zamanlar imparatorların arşınladığı sokaklarda yürümekte olduğunu tekrarlar ve bu sokaklarda ayaktakımından biriyle karşılaştığında, imgelem gücünü orta sınıfın rafine hayat tarzının emrine sokar.

Romanda, Hakkârili Kürt işadamının korumaları şöyle tasvir ediliyor: “Konuşurken öndeki tavşan dişleri ortaya çıkmıştı. Talihsiz biri olmalıydı; Allah onu iri yaratmıştı ama nasıl ki Fettah’a kadınsı gözler vererek lanetlemişse, buna da iki iri tavşan diş vererek gövdesinin yaratacağı bütün ürküntüyü ortadan kaldırmıştı” (s. 274). Aristokrat sınıfın anlatılarının başlıca özelliklerinden biri de, bu anlatılarda burjuvaların ve alt sınıflara mensup karakterlerin bedenlerinin, deformasyona uğramış, hatta gülünç bedenler olarak tasvir edilmeleridir. Bu karakterlerin kullandıkları dil de, bu gülünçlüğü perçinler. İstanbul Hatırası’nda karşımıza ‘gerçek İstanbullu’ olarak çıkmayan tüm tipler, özellikle Lazlar ve Kürtler, hem komik aksanlarıyla hem de alıklıklarıyla, Komiser Nevzat ve ekibini, dolayısıyla seçkin okuru eğlendirmeye adaydırlar. Hakkârili Kürt turizmci Âdem Yezdan, eğitimi sayesinde, ancak seçkinlere nasip olabilecek bir tarih bilgisine sahip olsa da, tarihle ilişkisi Roma imparatorlarının saraylarını taklit eden, melez bir kitschlikten öteye gidemez. “Öldürmeyi bilen bir aşiretin çocuğu olarak” (s. 466), “zaten kültüründe var olan şiddet eğiliminin de yardımıyla gözünü kırpmadan insanları öldürebilecek” (s. 468) olan Âdem Yezdan, insanları değilse de İstanbul’u öldürmüştür. Şiddeti bir kültüre içkin sayan bu özcü anlayış, böylesi bir seçkincilikten ötürü şaşırtıcı olmasa da, epeyce üzücü…

Eski solcular sivil toplumcu, İslamcılar tasavvufçu
Tarihi Yarımada seyahatindeki duraklardan biri de Fatih-Çarşamba’dır. Ne var ki, Çarşamba semtinin görüntüsünü ne Batılı okura, ne de Türkiyeli seçkin okura izah etmek mümkündür. Siyaseten doğruculuktan uzak orta sınıf tepkileri Komiser Yardımcısı Ali’nin ağzından dile getirilir: “Burası Türkiye’den çok İran’a benziyor Başkomiserim… Bu insanlar… [….] Ya baksanıza, kadını erkeği, herkes bir tuhaf burada” (138).  Bu sözler üzerine,  Komiser Nevzat, ‘turist rehberi’ kimliğinden ‘kanaat önderi’ kimliğine geçerek ‘Çarşamba kültürü’ sorununa bir çözüm bulur. Tarih öğretmeni annesinin bir zamanlar vermiş olduğu bilgilerle Ali’yi-ve de kendisini-rahatlatmaya çalışır: Semtin siyah çarşaflı, çember sakallı görüntüsünün tarihsel bir arkaplanı vardır aslında. Ezelden beri dinlere evsahipliği yapan bu bölge, şimdi de Müslümanların eline geçmiştir. Bu açıklamayla, Çarşamba tarihsel olarak İstanbul nostaljisine bağlanmış olur ama halledilmesi gereken bir sorun daha vardır: Radikal İslam. İstanbul’un salt kültürel bir varlığa indirgenmesi gibi, İslam da kültürel bir kimlik kazanmalıdır ki, hafızanın süzgeçlerinden geçebilsin. ‘Çokkültürlülük’ güzellemesi İslam düşmanlığına izin vermeyeceği için, İslam’ın tüm siyasi içeriğinden kopartılıp kültüre ve estetiğe eklemlenmesi gerekir. Osmanlı’dan bu yana, İslam’ı liberal hümanizm sınırları içerisinde tutmak isteyen aydınların tipik tavrıdır bu. Bu yüzdendir ki, cinayet şüphelilerinden, Afganistan’a gidip Mücahitlerle birlikte savaşmış olan Ömer, nedamet getirip tasavvufa bağlanır. Böylece, İstanbul nostaljisinin ve turizminin ‘Mevlevi’ yönü de tamamlanmış olur:

“İşte bu nedenle, korkusunda Ali’ye hak vermekle birlikte, gönlüm herkesin kendi inancını ya da inançsızlığını hiçbir kısıtlama, hiçbir baskı, hiçbir zorlama olmadan yaşayabilmesinden, ama aynı zamanda kendisi gibi olmayanlara da düşmanlık beslememesinden yanaydı. Tıpkı ırk, cinsiyet gibi, din de insanları ayrıştıran bir olgu olduğundan ortak payda olarak kabul edilmemeliydi. Hepimizin bir tek ortak özelliği vardı: insan olmak. Farklı inançlara, farklı etnik kökenlere, farklı cinsiyetlere, farklı dünya görüşlerine sahip olsak da hepimiz insandık. Bir başka ortak yönümüz ise İstanbul’du. Hepimiz bu şehirde yaşıyorduk. Camimiz, cemevimiz, kilisemiz, sinagogumuz bu şehirdeydi. İnsan olmak ve İstanbul’da yaşamak, işte bizi birleştirecek iki önemli zemin.” (s. 139)

Yine şüphelilerden biri olan eski solcu militan Namık Karaman da, doğru yolu bularak, tüm muhalifliğini İstanbul’u Savunma Derneği’nde sivil toplumun emrine koşmuş ve böylece “uygar ya da gelişmiş olmak, incelikli duygular, ılımlı tutkular, hoş tutumlar ve açık görüşlülükle kutsanmış olmak” (Eagleton, s. 28) anlamına gelen kültürün sahiplerinden biri haline gelmiştir.

Babalar, oğullar, gelenekler
Nostaljinin muhafazakârlıkla perçinlenmesi kaçınılmazdır; geçmişi özlemle yâd eden kişi için mazinin güzelliği geleneklerin el değmemişliğinde yatar. ‘Müzeyyen Abla’ şarkılarıyla demlenip, geleneği babalarından devraldıklarının bilinciyle onların anısına kadeh kaldıran Komiser Nevzat, Yekta ve Demir, geleneğin kimin için güzel ve anlamlı olduğu sorusunu sormazlar bile. Komiser Nevzat’ın, patlayan bir bombayla ölen karısı Güzide, “evinin direği olarak gördüğü kocasının dönüşünü bekleyen bir kadının şefkat yüklü sesi”ne sahiptir (s. 66), ve belki de bu yüzden, unutulamamaktadır. Zaten Nevzat’ın tarih öğretmeni annesi de (Nevzat, tarih sevgisini ve bilgisini ona borçludur) geleneksel rolünü hiçbir zaman unutmamıştır, tıpkı “İstanbul’un Romalı yanı”ndan Nevzat’a ‘miras kalan’ Rum sevgili Evgenia gibi: Evgenia’nın biricik rolü, acılarla, hüzünlerle yoğrulmuş bu ‘zor’ adamı anlamaya çalışmaktır. Gelenek, imparatorlardan seçkinlere, babalardan oğullara intikal etmektedir. Hafıza, ayrıştırarak ve ayıklayarak, hatırlamaya değil ama unutmaya devam etmektedir.

‘Son imparator’
Yedinci cinayet işlendikten sonra katiller de ortaya çıkar: Komiser Nevzat’ın çocukluk arkadaşları şair/mimar Yekta ve veteriner Demir. Cinayetlerin planlayıcısı Yekta’dır. Üç yıl önce, Âdem Yezdan’ın yaptırdığı bir sabotaj sonucu çöken sarnıç duvarının altında kalıp ölen karısı Handan ve oğlu Umut’un intikamını almak için işlemiştir cinayetleri. Handan’a âşık olan Demir de yardım etmiştir Yekta’ya. Kitabın başında, kültürcülüğün önemli sembollerinden Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesiyle selamlanan şehir, yine bir şairin, Yekta’nın silahıyla savunulur. Böylece Ahmet Ümit, estet tavrını bir başka sembolle perçinlemiş olur. Sanat, kurtarıcı mertebesine yükseltilirken idealizmin ve seçkinciliğin doruklarına varılır.

Yekta ve Demir, cinayetleri İstanbul için işlemişlerdir aslında; İstanbul’un intikamını almak istemişlerdir. Üstelik, tarih öğretmeni annesinden ve edebiyat öğretmeni babasından (tarih ve edebiyat – Cumhuriyet döneminin temel ideolojik hegemonya alanlarından ikisi) İstanbul mirasını devralan Nevzat da, “barbarları” öldürmek konusunda arkadaşlarıyla aynı fikirde olduğunu, sarhoş olduğu bir akşam ağzından kaçırıvermiştir. Son kurban olan Hakkârili Kürt turizmcinin cesedi de, elinde 1935 tarihli bir madeni parayla, başlangıç noktasına, yani Sarayburnu’ndaki Atatürk anıtının altına bırakılmıştır. Paranın üzerindeki tarih, “sivil giysiler içinde, ellerini beline dayamış, düşünceli gözlerle mavi sulara bakan” Atatürk heykeli kadar manidardır: Erken Cumhuriyet’in, yani bir anlamda ‘gerçek Kemalizm’in sonu... Heykel de ilk Atatürk heykelidir zaten. Her şey, Cumhuriyet’in özünü işaret etmektedir. Kurbanların, Atatürk anıtının önüne bırakılmalarının nedeni anlaşılmıştır artık. Zaten, her cinayet için bir epizod yazan Yekta, sonuncu epizodunu bir imparatorun adıyla başlatmaz; bölümün başlığı ‘Bizim İstanbul’umuz Çalınmış Umutların Şehri’dir. Kemalizm’in seçkinci ideolojisi de, seçkin İstanbulluların “son imparatoru”dur. Yekta, Demir ve Nevzat’ın sisli bir İstanbul akşamında gördükleri şehir, Yahya Kemal’in tepeden gördüğü şehrin aynısıdır:
“İstanbul’a bakıyorduk denizden. Kral Byzas’ın efsanevi ülkesine, Konstantin’in imparatorluk başkentine, II. Theodosius’un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen’in benzersiz Ayasofya’sına, Fatih’in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı’na, Kanuni’nin muhteşem Süleymaniye’sine.” (s. 560)
Galiba, ‘tepeden’ bakınca, İstanbul ‘Kültür Başkenti 2010’ oluyor. Bestseller dediğimiz şey de, neresinden bakarsak bakalım, iyi bir ‘polisiye’ olmasa da iyi bir ‘proje’ değil midir zaten?

Ahmet Ümit
İstanbul Hatırası
Everest Yayınları, Haziran 2010, 561 s.






[1] Bu yazı Agos gazetesinin kitap eki Kirk’te yayımlanmıştır.
Aslı Güneş

19 Ekim 2010 Salı

Foer'le Arayışa Devam...


Jonathan Safran Foer, “Her Şey Aydınlandı” adlı ilk romanında da “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” adlı ikinci romanında olduğu gibi arayış temasının üzerinden ilerliyor. Bu sefer aranan, geçmişin derinliklerindeki Augustine ve Trahimbrod ve arayan da Jonathan Safran Foer’in ta kendisi. Romanın hem kahramanı hem yazarı olan Foer’e, arayışında Ukraynalı bir üniversite öğrencisi olan Alex ve dedesi eşlik ediyor. Romanın ilk sayfalarında Alex’in bize anlattığına göre; Foer dedesini savaştan kurtaran Augustine adlı bir kadını arıyor ve dedesinin köyü olan Trahimbrod ile ilgili bir kitap yazmayı arzuluyor. Ve arayış Ukrayna’nın Lutsk bölgesinde gerçekleşiyor. Lutsk sadece Foer için değil, Alex’in dedesi için de önemli bir yer çünkü Alex’in nenesinin geldiği kasaba aynı zamanda. Bu nedenle arayışın sonlarına doğru  Alex’in, dedesinin ve Foer’in arayışları; geçmişten gelen her türlü nesneyi, anıyı, fotoğrafı biriktiren ve kahramanlarımızın bir süre Augustine zannetiği bir kadın aracılığıyla birbirine karışıyor ve ortadan kaybolan, yok edilen bir yerin ve insanların tarihinin merkezine doğru bir yolculuk başlıyor.

Anlatıcı hem Alex, hem de Foer; tabi aslında elimizde tuttuğumuz metnin tamamını yaratanın Foer olduğunu okuyucular olarak bizler biliyoruz. Ancak Alex’in Foer’e yazdığı mektuplarda anlattıkları, arayışın nasıl gerçekleştiğini bize Alex’in anlattığı hissini veriyor. Bu noktada romanı orijinal dilinden yani İngilizceden okumanın, okumuş olmanın önemi ortaya çıkıyor. Çünkü Alex’in ağzından yazılmış bölümleri ve mektupları okurken, Alex’in İngilizcesinin yetersizliği ve dilin önemi de kendini hissettiriyor. Gerçi romanın çevirmeni Algan Sezgintüredi, Alex’in diliyle ilgili sıkıntıları, bana göre, Türkçe’de de çok başarılı bir şekilde hissettirebiliyor. Bunun dışında romanda yer alan, ve Trahimbrod’un, Alex, Foer ve Alex’in dedesinin arayışının arka planında, tarihine ışık tutan bölümler de oldukça ilgi çekici. Bir kasabanın doğuşundan yok oluşuna kadar olan sürece tanıklık ediyoruz bu bölümlerde. Ve bence bu bölümlerde anlatılanlar, insanın aklına Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanını getiriyor. Trahimbrod adlı kasabanın, bu adı alışı ve bu adı ortaya çıkaran nedenler ve yaşam büyülü gerçekçilikten izler taşıyor.

Savaş ve savaşın bitirdiği, yok ettiği hayatlar da “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”da olduğu gibi bu romanda da önemli bir yer tutuyor. Savaşın nesilden nesile geçen etkileri, yıkımları Trahimbrod’da yaşananlarla karşımıza çıkıyor. Bunun dışında Trahimbrod ile ilgili bir ilgi çekici nokta da; Trahimbrod romanda hiç varolmamış bir yer hissi yaratmasına rağmen, aslında böyle bir yerin Lutsk’a 30 kilometrelik bir uzaklıkta bir zamanlar varolduğu ve 1942 yılında Naziler tarafından yok edildiği bilgisi.

Sonuç olarak Foer, bu ilk romanında sadece şahane bir roman yazmakla kalmıyor, aynı zamanda da ilgi çekici bir karakter oluyor. Ve yazacağını umduğumuz yeni romanını heyacanla beklememize ve kendisini kıskanmaya devam etmemize neden oluyor.
Berna Turhan

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğunu düşünür. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler ona bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçüktür, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.” 

güliz

12 Ekim 2010 Salı

“Yeşil Peri Gecesi” ve Şebnem...

“Kapak Kızı”nda, Selda’nın, Ersin’in hayatlarını sorgulamalarına yol açan Şebnem, “Yeşil Peri Gecesi”nde, sesiyle, anlatışıyla, zihninin içindekilerle, yaşadıklarıyla, tam karşımızda. Bu sefer diğer karakterleri Şebnem’in gözünden okuyoruz, tanıyoruz, öğreniyoruz. Onun bakış açısı bizim bakış açımız oluyor. Ve bu yeni açıdan, örneğin, “Kapak Kızı”nda Ersin’in babası ve Şebnem’in amcası olan Süleyman Bey’in gerçekte nasıl biri olduğunu öğreniyoruz. Süleyman Bey, bir anda adaletli, kendine has tutkuları olan, iyi aile babası olmaktan çıkıveriyor, aynı şekilde karısı da ve Fikriyanım da. Herkes tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor ve insan gerçekte herhangi bir insanın nasıl biri olduğunu anlamanın ne kadar zor, hatta imkansız olduğunu düşünüyor romanı okurken.

İkiyüzlülüklerle ve çıkar ilişkileriyle sımsıkı örülmüş bu hayat içerisinde Şebnem hem olan bitene tahammül edemeyen hem de sürekli mağdur edilen, mağdur olan, kendini mağdur olarak tanımlayan biri; “Beni Teoman kurban etmemişti. Osman da etmemişti. Ben daha yıllar önce, kendimi bizzat, kendi irademle kurban etmiştim. Ben hayatta bir kurban olarak var olmuştum. Kurban olmayı kabul etmeyebilirdim. Ama etmiştim. Dünyaya kurban edilmeye hazır gözlerle bakmak, hayır demekten kolaydı. Mağdur olmak cesur olmaktan çok daha kolaydı. İnsan cesareti seçemezse kurban olmayı kendiliğinden seçmiş oluyordu. İnsan mağdur olmanın suçsuz olmak anlamına geldiğini sanıyordu. Oysa mağdur olmak, suçsuz olmak değildi...(Tunç, Yeşil Peri Gecesi, 46)” Ve Şebnem romanın sonlarında mağdur olmaktan çıkacak adımları atıyor, kontrolü eline almaya çalışıyor. Tam attığı adım onu tekrar bir mağdur, bir kurban konumuna getirecekken  “Kapak Kızı”ndaki Selda sayesinde, Şebnem’in dergideki fotoğrafı sayesinde hayatında bir değişim yaratmış Selda sayesinde, Şebnem bir kurban olmaktan çıkıyor. “Peki ya Selda olmasaydı ne olurdu?” sorusunun cevabı ise, bence, Şebnem’in bir kurban olacağı yönünde. Yani mağdur olmaktan çıkmaya çalışmanın bedeli de mağdur olmak kadar ağır diyebiliriz. Ve “Yeşil Peri Gecesi”nde, “olmamış gibi yapabilenlerin dünyası,”nda yaşamanın ne kadar zor ve cesur olmaya kalkışmanın da her zaman yeterli olmayabileceğini görüyoruz.

Berna Turhan

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 

Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 

güliz

Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:

5 Ekim 2010 Salı

Oskar’ın Ağzından “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”


Yazar: Jonathan Safran Foer
Editör: Sanem Sirer
Yayın Danışmanı: Erol Aydın
Çevirmen: Algan Sezgintüredi
Siren Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2008

Jonathan Safran Foer’in ilk romanı “Her Şey Aydınlandı”yı ilk kez aylar önce görmüştüm. Romanın kapağında yazan “Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri” yazısı ilgimi çekmişti ve “Madem okumamız gerekiyor, o zaman okuyalım,” diye düşünmüştüm. Ancak kitabın kapağını açıp yazarın hayatını okumaya başladığım anda kitabı elimden bıraktım çünkü Foer, 1977 doğumluydu ve ilk romanı Los Angeles Times ve San Francisco Chronicle tarafından “Yılın Kitabı” seçilmişti. Bunun dışında Guardian İlk Roman Ödülü’ne layık görülmüş ve Son On Yılın En İyi Kitapları (2010) listelerinde yer almıştı. Bunlar aslında çoğu kişi için bir romanı okuma nedeni olabilecekken ben tam anlamıyla kıskançlıktan – “Benimle aynı yaşta ve ilk romanıyla pek çok ödül almış!” – kitabı tekrar yerine koydum. Ben Foer’den kaçtım ama o beni sonunda yakaladı, ikinci romanıyla.


Foer’in “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” adlı ikinci romanı adı nedeniyle ilgimi çekti ve kitabı hemen satın aldım. Eve geldiğimde yazarın hayatına baktığım anda hatırladım Foer’i ve kitabı kütüphanemin ücra bir köşesine yerleştirdim. Yani bir süre daha kaçmaya devam ettim. Sonrasında ise “Okumadan anlayamam ki gerçekten çok mu iyi yazıyor,” diyerek birkaç gün önce kitabı tekrar elime aldım. Ve başından sonuna büyük bir keyifle okudum Foer’in romanını. Hakkını teslim gerekiyor bu noktada, gerçekten şahane yazılmış ve Türkçe’ye de şahane çevrilmiş bir roman.

Küçük Oskar’ın ağzından anlatılıyor “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”. Diğer çocuklara pek benzemeyen, kafası icat fikirleriyle dolu, takılar tasarlayan, sadece beyaz giysiler giyen, hayvanları seven bir çocuk Oskar. Ancak bu mutlu yaşamı, 11 Eylül saldırıları yüzünden babasının hayatını kaybetmesiyle değişiyor. Oskar’ın kaybı, bir kabullenmeyi değil bir arayışı getiriyor hayatına. Babasının odasındaki bir vazoda bulduğu bir anahtarın izini sürmeye başlıyor adım adım. Hem anahtarın kime ait olduğunu ve anlamını bulmaya çalışıyor, hem de babasının o korkunç saldırıda nasıl ölmüş olabileceğini. Oskar’ın kaybının ve arayışının paralelinde başka kayıp ve arayış hikayeleri de var romanda. Savaş nedeniyle tüm yakınlarını kaybeden babaanne, savaş yüzünden yaşanan travmalar neticesinde ortadan kaybolan, sessizliğe gömülen ve yazarak iletişim kuran dede. Oskar’ın bir zamanlar aynı şekilde kendi babasını aramış olan babası, Thomas. Dedeyle torunun (Oskar) kesişen hayatları.

Oskar’ın şehri adım adım dolaşarak, daha önce hiç tanımadığı insanlarla anahtar üzerine yaptığı sohbetlerle süren arayışı, kaybının yerine birşey koymuyor belki ama yolculuğun kendisi anlam katmaya başlıyor Oskar’ın hayatına. Okuyucu olarak bizler ise sözde “büyük”, “ulvi” nedenlerle yapılan savaşların, terörist saldırıların küçük hayatlar üzerinde yarattığı travmalar, acılar, kayıplar ve tabi hayat üzerine düşünüyoruz Oskar’la birlikte.

Berna Turhan