24 Ekim 2010 Pazar

Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1 Kitap...


Bir zamanlar “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001” kitap türünde listelere bakar ve hangilerini okuyup okumadığımı kontrol ederdim. Listeyi takip etmezdim/edemezdim ama bir taraftan da bana verilmiş ve tamamlamam gereken bir ödev var gibi hissederdim. Son okuduğum, Mine Söğüt’ün  “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” adlı romanı ise bende, bu romanı “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001” kitap listesine yerleştirme isteği uyandırdı. Fakat böyle bir şansım olmadığı için ben de kendi listemin ilk kitabı yapıyorum “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” adlı romanı; “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1 Kitap” diyerek...

Mine Söğüt’ün herhangi bir romanını okumamıştım daha önce ve bu romanını şans eseri aldım. İlgimi çekti. Sonrasında ise ilk sayfasından itibaren elimden bırakamadım. Kelimenin tam anlamıyla bir solukta okudum ve her yere romandan alıntılar yazma ve romandaki cümleleri içimden tekrarlama isteği uyandırdı içimde. Anlatması, ifade etmesi zor bir roman. Okurken, insanda karanlık bir masalın içine girdiği hissi uyandırıyor. Yalnız, terk edilmiş, terk etmiş insanlar, kapkara kuşlar, gerçekleşen hayaller, öldüren, işkence eden hayaller, hayallerin fotoğrafları, kadınadam Madam Arthur Bey, fotoğrafçı Keşşaf, eski fotoğraflardan yola çıkarak romanlar yazmaya çalışan Olcayto, hayat kadını Nagehan, Şehnaz, Kedileş, Ruhat, Maria...Geçmişi unutma ve geleceği yeniden, farklı bir şekilde yazma çabası. Hayatın Tanrı’nın ilk hayalı olması. Ve tanrının da insanın ta kendisi... Korkunç, korkutucu fotoğraflar, kurgunun dünyasında yaşamak isterken gerçeğin tam ortasına düşen Olcayto, tanrısallık rastlantısallık, geçmişin farklı yazılan, hatırlanan hikayeleri, geçmişleri karanlık kahramanlar, insanlar, yazarak yeni bir gelecek yaratmak...

Büyülü bir dünya, “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”in dünyası. Büyülü ve karanlık. Hem rastlantısal hem tanrısal. Bende her kahramanın kendi romanını, kendi hayatının kendisinin yarattığı hissini yaratıyor ve yaratının insanın elinde olduğu hissini.

Daha önce de dediğim gibi hem hakkında yazması zor bir roman hem de okuyucuda romanla ilgili yazmak, konuşmak isteği uyandıran bir roman. Bunun yanısıra okuyucuda, kapıdan girecek ve yeni bir hayat yazmayı teklif edecek bir yazar beklentisi de yaratan bir kitap. Ben şahsen romanı bitirdiğimden beri içeri girecek ve bana; “Size yeni bir hayat yazmamı ister misiniz hanımefendi?” diyecek bir yazar bekliyorum. Ve son  olarak diyorum ki; kesinlikle okunması, kaçırılmaması gereken bir kitap...

Berna Turhan


23 Ekim 2010 Cumartesi

Seçkinlerin ruhu adına bu kurbanları kabul et, ey Ata’m![1]

“Bütün ‘iyi şeyler’in altında ne çok kan ve vahşet yatıyor.” Nietzsche


Genç bir yazar, deneyimli meslektaşına nasıl bestseller yazacağı konusunda danışır. Aldığı cevaba göre yazacağı romanın mutlaka şu öğeleri barındırması gerekmektedir: “Tarih, gizem, din, seks ve aristokrasi”… Son dönem bestsellerlarını düşününce bu fıkrada su götürmez bir gerçeğin dile getirildiği, görmezden gelinemeyecek kadar aşikâr. Bu formülün geçerlilik kazanışının nedenlerine dair bir dolu şey sıralanabilir elbette, ama kestirme bir biçimde söyleyecek olursak, bu formül, büyük anlatılardan, bütünlük ve tutarlılık vaat eden hayat öykülerinden yorulan çağımız okurunun/yazarının artık düpedüz tüketimin konusu haline gelmiş ‘kimlik inşası’ sorununa bulduğu kolay ve rahatlatıcı çözümün bir parçası. Kendini bugünde inşa etmenin zorluğuna karşı, geçmişin şimdiki zamana karıştımasıyla tarihten ‘ödünç’ alınan kimliklerle sağlanan rahatlama; tarihi mistifiye edip çözüm ve alternatif üretme konusundaki kayıtsızlığı ve tembelliği maskeleme isteği günümüz okur-yazarının halet-i ruhiyesinin bir parçası. Ve belki de David Harvey’in kültür festivalleri için yaptığı saptama, bütün bir kültür piyasası için geçerli sayılabilir: “Nostaljiyi beslemek, sıhhileştirilmiş kolektif hafıza üretmek, eleştiri yoksunu estetik hassasiyet geliştirmek ve gelecekteki tüm olasılıkları ebedi olarak bugüne saplanıp kalacak olan çatışkısız bir arenaya sıkıştırmak” (Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, s. 207).

Ahmet Ümit’in çok satan romanı İstanbul Hatırası da, yukarıdaki bestseller formülüne epeyce uyuyor. Bu yüzden, kısa sürede onbinlerce baskı yapmasını yadırgamamak lazım. Burada tartışılması gereken de, bir romanın bestseller olması değil, onu bestseller yapan öğeler: Bestseller roman yazarının ideolojik manevraları, estetiği salt bir oyun alanı haline getirirken toplumsal düzeni onayladığı, onunla işbirliği yaptığı yerler...

Harvey’in “eleştiri yoksunu estetik hassasiyet” sözü, konusu ve belki de ana kahramanı İstanbul olan bir roman söz konusu olunca daha da önem kazanıyor. Çünkü, Ahmet Ümit’in bu romandaki asıl derdi, bir dönemin, kültürün, tarzın cisimleştiği İstanbul tarihini anlatmak ve kutsamak. Kültürün ve estetiğin idealizasyonu yoluyla belli bir sınıfın hayat tarzına, kaybolan kültürüne ağıtlar yakmak...

Ne demek istediğimizi tam olarak anlatabilmek için, Ahmet Ümit’in, romanının merkezine oturttuğu İstanbul’un bize neler söylediğine bir bakalım. Sarayburnu’nda, Atatürk anıtının altında bir ceset... Kurbanın avucunda İstanbul’un Bizans olduğu zamanlardan kalma bir sikke... İlk cinayetten sonra, okur, kâh bu sikkenin anlamını çözmeye çalışan Komiser Nevzat ve yardımcılarından, kâh hem şüpheli, hem de bilirkişi olan Topkapı Müzesi Müdiresi Leyla Barkın’dan tarih dersleri dinleyerek katilin ayak izlerini takip edecektir. “Tarih dersleri” sözü yanıltmasın; bunlar, Komiser Yardımcısı Zeynep’in Google’dan, muhtemelen de Wikipedia’dan, bulup amirine, dolayısıyla biz İstanbul cahili okuyuculara aktardığı bilgilerdir. Ahmet Ümit, İstanbulluların İstanbul konusundaki cehaletinden öylesine mustariptir ki, romanındaki her karakteri bir turist rehberine dönüştürmekte beis görmez. Roman yayımlandıktan sonra yazarın rehberliğinde düzenlenen ‘kültür turları’ da bu cehaleti giderme yönündeki çabanın eseri olsa gerek.

İstanbul Hatırası’nda, Yeşilçam filmlerinde olmadık anlarda durup şarkı söyleyen karakterler gibi, ikide bir tarih sohbetine dalan karakterler bulur karşısında okur. Bu sohbetlerin, cinayet düğümünü çözmeye bir katkısı olmasa da, ‘tarih’e meraklı okurun İstanbul hakkındaki malumatfuruşluğuna, ya da kitap yabancı dillere çevrildiği takdirde ‘roman tadında’ bir İstanbul rehberine kavuşacak yabancı okurun hazzına yapacağı katkıyı küçümsememek gerek. Zaten günümüzün bestseller kavramı da, muhtemeldir ki, bu tür ihtiyaçların karşılanması üzerine oturuyor.

Maktulün avucundaki parayla İstanbul’un Bizanslı tarihine gönderme yapıldığı hemen anlaşılsa da, Atatürk anıtının anlamı ilk bakışta anlaşılamaz. Bu konuda söylenecek her şeyin üstü örtülü olmasına da özellikle dikkat edilmiştir zaten. Daha ilk sayfalarda katillerin aslında kimler olduğunu anlamak gibi, bu gizli kodu çözmek de kolaydır aslında, ama oraya sonra gelelim.

İmparatorların kurduğu kentlerde seçkinler yaşar
Ahmet Ümit’in, romanda Tarihi Yarımada ile sınırladığı İstanbul manzarası, yalnızca turistik geziler için değil, efkârlı bir İstanbul nostaljisi için de uygun ve gerekli bir zemin. Balatlı üç delikanlının, Komiser Nevzat ile çocukluk arkadaşları Demir ve Yekta’nın, ‘komşunun komşunun külüne muhtaç olduğu’ zamanlardan süzülüp gelen dostlukları yalnızca bireysel geçmişlerinin ortaklığına dayanmaz; onları birleştiren asıl güç, her ölümlünün erişemeyeceği bir kültürel ayrıcalık olan İstanbulluluktur, İstanbul’un o herkese ait olmayan tarihidir.

İşlenen yedi cinayette de, İstanbul için önemli işler yapmış imparatorlara göndermede bulunulur. Kurbanlar, İstanbul’un tarihi dokusuna zarar veren girişimciler, onlarla işbirliği yapan bilim insanları, mimarlar vs’dir. Yani, İstanbul’un katilleri öldürülmektedir. Karakterlerin arşınladığı her sokakta imparatorların, sultanların, büyük sanat eserlerinin izleri vardır. Tarih, yüksek zümrenin izini taşıyan kültür ürünlerinin tarihidir. Komiser Nevzat’ın İstanbul nostaljisi, aristokrat sınıfın anlatılarında olduğu gibi, rafine kültürü bozan her şeye, kaba ve görgüsüz burjuvalara ve ayaktakımına nefretle bakar. İstanbul’u talan eden, sonradan görme para babaları  ve “tarihi anıtlara işeyen” ayaktakımı, ayrıcalıklı elitler için eşit derecede düşmandırlar. Romandaki görgüsüz para babasının, Hakkârili, koruculuk yapan bir aşiretten olması da oldukça manidardır. Tam da bu noktada, “Kültür bir kapitalizm eleştirisi olabilir; bununla beraber, kapitalizm karşıtlarının da eleştirisidir” diyen Terry Eagleton’a kulak vermekte fayda var (Kültür Yorumları, çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay., 2005; s. 27). Kültürü, zaman, tarih, iktidar ve sınıflar üstü bir konuma yerleştiren bu anlayış, aslında oldukça sınıfsal bir hayat tarzı tanımının peşindedir. “Kültür tutkudan çok duyarlılığın tarafındadır; başka bir deyişle, öfkeli kalabalıklardan çok bir tarz sahibi olan orta sınıfların” (Eagleton, s. 28). “Nerede o eski İstanbul?” yakınmalarında dile getirilen, tam da bu orta sınıf yaşam tarzına duyulan özlemdir. 

 “Bakma bu halimize, Elhamdülillah doğma büyüme İstanbul çocuğuyuz. Tamam, sokakta yatıyoruz. Anamız da, babamız da bu şehir. Beşiğimiz İstanbul’du, mezarımız da İstanbul olacak” (s. 101). Cinayet tanığı iki sokak şarapçısından birine bu sözleri söyletse de, herkesin İstanbullu olabileceği konusunda şüpheleri vardır yazarın. İstanbul Belediyesi’nin birkaç yıl önce şehir meydanlarını donattığı afişlerde “Kars’ta doğdum ama İstanbulluyum”, “Yerlere tükürmüyorum, çünkü İstanbulluyum” minvalinde, adabımuaşeret aracılığıyla yaymaya çalıştığı İstanbulluluk bilinci ne kadar sahiciyse, sokak serserisinin İstanbulluluk bilinci de o kadar sahicidir. İmparatorluk saraylarından, yüksek sanat ürünlerinden haberdar olmayan birinin, ‘İstanbul Hatırası’ fotoğraflarına giremeyecek kadar kaba saba olarak görüleceği aşikârdır. Zaten Komiser Nevzat da, neredeyse her satırda, bir zamanlar imparatorların arşınladığı sokaklarda yürümekte olduğunu tekrarlar ve bu sokaklarda ayaktakımından biriyle karşılaştığında, imgelem gücünü orta sınıfın rafine hayat tarzının emrine sokar.

Romanda, Hakkârili Kürt işadamının korumaları şöyle tasvir ediliyor: “Konuşurken öndeki tavşan dişleri ortaya çıkmıştı. Talihsiz biri olmalıydı; Allah onu iri yaratmıştı ama nasıl ki Fettah’a kadınsı gözler vererek lanetlemişse, buna da iki iri tavşan diş vererek gövdesinin yaratacağı bütün ürküntüyü ortadan kaldırmıştı” (s. 274). Aristokrat sınıfın anlatılarının başlıca özelliklerinden biri de, bu anlatılarda burjuvaların ve alt sınıflara mensup karakterlerin bedenlerinin, deformasyona uğramış, hatta gülünç bedenler olarak tasvir edilmeleridir. Bu karakterlerin kullandıkları dil de, bu gülünçlüğü perçinler. İstanbul Hatırası’nda karşımıza ‘gerçek İstanbullu’ olarak çıkmayan tüm tipler, özellikle Lazlar ve Kürtler, hem komik aksanlarıyla hem de alıklıklarıyla, Komiser Nevzat ve ekibini, dolayısıyla seçkin okuru eğlendirmeye adaydırlar. Hakkârili Kürt turizmci Âdem Yezdan, eğitimi sayesinde, ancak seçkinlere nasip olabilecek bir tarih bilgisine sahip olsa da, tarihle ilişkisi Roma imparatorlarının saraylarını taklit eden, melez bir kitschlikten öteye gidemez. “Öldürmeyi bilen bir aşiretin çocuğu olarak” (s. 466), “zaten kültüründe var olan şiddet eğiliminin de yardımıyla gözünü kırpmadan insanları öldürebilecek” (s. 468) olan Âdem Yezdan, insanları değilse de İstanbul’u öldürmüştür. Şiddeti bir kültüre içkin sayan bu özcü anlayış, böylesi bir seçkincilikten ötürü şaşırtıcı olmasa da, epeyce üzücü…

Eski solcular sivil toplumcu, İslamcılar tasavvufçu
Tarihi Yarımada seyahatindeki duraklardan biri de Fatih-Çarşamba’dır. Ne var ki, Çarşamba semtinin görüntüsünü ne Batılı okura, ne de Türkiyeli seçkin okura izah etmek mümkündür. Siyaseten doğruculuktan uzak orta sınıf tepkileri Komiser Yardımcısı Ali’nin ağzından dile getirilir: “Burası Türkiye’den çok İran’a benziyor Başkomiserim… Bu insanlar… [….] Ya baksanıza, kadını erkeği, herkes bir tuhaf burada” (138).  Bu sözler üzerine,  Komiser Nevzat, ‘turist rehberi’ kimliğinden ‘kanaat önderi’ kimliğine geçerek ‘Çarşamba kültürü’ sorununa bir çözüm bulur. Tarih öğretmeni annesinin bir zamanlar vermiş olduğu bilgilerle Ali’yi-ve de kendisini-rahatlatmaya çalışır: Semtin siyah çarşaflı, çember sakallı görüntüsünün tarihsel bir arkaplanı vardır aslında. Ezelden beri dinlere evsahipliği yapan bu bölge, şimdi de Müslümanların eline geçmiştir. Bu açıklamayla, Çarşamba tarihsel olarak İstanbul nostaljisine bağlanmış olur ama halledilmesi gereken bir sorun daha vardır: Radikal İslam. İstanbul’un salt kültürel bir varlığa indirgenmesi gibi, İslam da kültürel bir kimlik kazanmalıdır ki, hafızanın süzgeçlerinden geçebilsin. ‘Çokkültürlülük’ güzellemesi İslam düşmanlığına izin vermeyeceği için, İslam’ın tüm siyasi içeriğinden kopartılıp kültüre ve estetiğe eklemlenmesi gerekir. Osmanlı’dan bu yana, İslam’ı liberal hümanizm sınırları içerisinde tutmak isteyen aydınların tipik tavrıdır bu. Bu yüzdendir ki, cinayet şüphelilerinden, Afganistan’a gidip Mücahitlerle birlikte savaşmış olan Ömer, nedamet getirip tasavvufa bağlanır. Böylece, İstanbul nostaljisinin ve turizminin ‘Mevlevi’ yönü de tamamlanmış olur:

“İşte bu nedenle, korkusunda Ali’ye hak vermekle birlikte, gönlüm herkesin kendi inancını ya da inançsızlığını hiçbir kısıtlama, hiçbir baskı, hiçbir zorlama olmadan yaşayabilmesinden, ama aynı zamanda kendisi gibi olmayanlara da düşmanlık beslememesinden yanaydı. Tıpkı ırk, cinsiyet gibi, din de insanları ayrıştıran bir olgu olduğundan ortak payda olarak kabul edilmemeliydi. Hepimizin bir tek ortak özelliği vardı: insan olmak. Farklı inançlara, farklı etnik kökenlere, farklı cinsiyetlere, farklı dünya görüşlerine sahip olsak da hepimiz insandık. Bir başka ortak yönümüz ise İstanbul’du. Hepimiz bu şehirde yaşıyorduk. Camimiz, cemevimiz, kilisemiz, sinagogumuz bu şehirdeydi. İnsan olmak ve İstanbul’da yaşamak, işte bizi birleştirecek iki önemli zemin.” (s. 139)

Yine şüphelilerden biri olan eski solcu militan Namık Karaman da, doğru yolu bularak, tüm muhalifliğini İstanbul’u Savunma Derneği’nde sivil toplumun emrine koşmuş ve böylece “uygar ya da gelişmiş olmak, incelikli duygular, ılımlı tutkular, hoş tutumlar ve açık görüşlülükle kutsanmış olmak” (Eagleton, s. 28) anlamına gelen kültürün sahiplerinden biri haline gelmiştir.

Babalar, oğullar, gelenekler
Nostaljinin muhafazakârlıkla perçinlenmesi kaçınılmazdır; geçmişi özlemle yâd eden kişi için mazinin güzelliği geleneklerin el değmemişliğinde yatar. ‘Müzeyyen Abla’ şarkılarıyla demlenip, geleneği babalarından devraldıklarının bilinciyle onların anısına kadeh kaldıran Komiser Nevzat, Yekta ve Demir, geleneğin kimin için güzel ve anlamlı olduğu sorusunu sormazlar bile. Komiser Nevzat’ın, patlayan bir bombayla ölen karısı Güzide, “evinin direği olarak gördüğü kocasının dönüşünü bekleyen bir kadının şefkat yüklü sesi”ne sahiptir (s. 66), ve belki de bu yüzden, unutulamamaktadır. Zaten Nevzat’ın tarih öğretmeni annesi de (Nevzat, tarih sevgisini ve bilgisini ona borçludur) geleneksel rolünü hiçbir zaman unutmamıştır, tıpkı “İstanbul’un Romalı yanı”ndan Nevzat’a ‘miras kalan’ Rum sevgili Evgenia gibi: Evgenia’nın biricik rolü, acılarla, hüzünlerle yoğrulmuş bu ‘zor’ adamı anlamaya çalışmaktır. Gelenek, imparatorlardan seçkinlere, babalardan oğullara intikal etmektedir. Hafıza, ayrıştırarak ve ayıklayarak, hatırlamaya değil ama unutmaya devam etmektedir.

‘Son imparator’
Yedinci cinayet işlendikten sonra katiller de ortaya çıkar: Komiser Nevzat’ın çocukluk arkadaşları şair/mimar Yekta ve veteriner Demir. Cinayetlerin planlayıcısı Yekta’dır. Üç yıl önce, Âdem Yezdan’ın yaptırdığı bir sabotaj sonucu çöken sarnıç duvarının altında kalıp ölen karısı Handan ve oğlu Umut’un intikamını almak için işlemiştir cinayetleri. Handan’a âşık olan Demir de yardım etmiştir Yekta’ya. Kitabın başında, kültürcülüğün önemli sembollerinden Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesiyle selamlanan şehir, yine bir şairin, Yekta’nın silahıyla savunulur. Böylece Ahmet Ümit, estet tavrını bir başka sembolle perçinlemiş olur. Sanat, kurtarıcı mertebesine yükseltilirken idealizmin ve seçkinciliğin doruklarına varılır.

Yekta ve Demir, cinayetleri İstanbul için işlemişlerdir aslında; İstanbul’un intikamını almak istemişlerdir. Üstelik, tarih öğretmeni annesinden ve edebiyat öğretmeni babasından (tarih ve edebiyat – Cumhuriyet döneminin temel ideolojik hegemonya alanlarından ikisi) İstanbul mirasını devralan Nevzat da, “barbarları” öldürmek konusunda arkadaşlarıyla aynı fikirde olduğunu, sarhoş olduğu bir akşam ağzından kaçırıvermiştir. Son kurban olan Hakkârili Kürt turizmcinin cesedi de, elinde 1935 tarihli bir madeni parayla, başlangıç noktasına, yani Sarayburnu’ndaki Atatürk anıtının altına bırakılmıştır. Paranın üzerindeki tarih, “sivil giysiler içinde, ellerini beline dayamış, düşünceli gözlerle mavi sulara bakan” Atatürk heykeli kadar manidardır: Erken Cumhuriyet’in, yani bir anlamda ‘gerçek Kemalizm’in sonu... Heykel de ilk Atatürk heykelidir zaten. Her şey, Cumhuriyet’in özünü işaret etmektedir. Kurbanların, Atatürk anıtının önüne bırakılmalarının nedeni anlaşılmıştır artık. Zaten, her cinayet için bir epizod yazan Yekta, sonuncu epizodunu bir imparatorun adıyla başlatmaz; bölümün başlığı ‘Bizim İstanbul’umuz Çalınmış Umutların Şehri’dir. Kemalizm’in seçkinci ideolojisi de, seçkin İstanbulluların “son imparatoru”dur. Yekta, Demir ve Nevzat’ın sisli bir İstanbul akşamında gördükleri şehir, Yahya Kemal’in tepeden gördüğü şehrin aynısıdır:
“İstanbul’a bakıyorduk denizden. Kral Byzas’ın efsanevi ülkesine, Konstantin’in imparatorluk başkentine, II. Theodosius’un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen’in benzersiz Ayasofya’sına, Fatih’in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı’na, Kanuni’nin muhteşem Süleymaniye’sine.” (s. 560)
Galiba, ‘tepeden’ bakınca, İstanbul ‘Kültür Başkenti 2010’ oluyor. Bestseller dediğimiz şey de, neresinden bakarsak bakalım, iyi bir ‘polisiye’ olmasa da iyi bir ‘proje’ değil midir zaten?

Ahmet Ümit
İstanbul Hatırası
Everest Yayınları, Haziran 2010, 561 s.






[1] Bu yazı Agos gazetesinin kitap eki Kirk’te yayımlanmıştır.
Aslı Güneş

19 Ekim 2010 Salı

Foer'le Arayışa Devam...


Jonathan Safran Foer, “Her Şey Aydınlandı” adlı ilk romanında da “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” adlı ikinci romanında olduğu gibi arayış temasının üzerinden ilerliyor. Bu sefer aranan, geçmişin derinliklerindeki Augustine ve Trahimbrod ve arayan da Jonathan Safran Foer’in ta kendisi. Romanın hem kahramanı hem yazarı olan Foer’e, arayışında Ukraynalı bir üniversite öğrencisi olan Alex ve dedesi eşlik ediyor. Romanın ilk sayfalarında Alex’in bize anlattığına göre; Foer dedesini savaştan kurtaran Augustine adlı bir kadını arıyor ve dedesinin köyü olan Trahimbrod ile ilgili bir kitap yazmayı arzuluyor. Ve arayış Ukrayna’nın Lutsk bölgesinde gerçekleşiyor. Lutsk sadece Foer için değil, Alex’in dedesi için de önemli bir yer çünkü Alex’in nenesinin geldiği kasaba aynı zamanda. Bu nedenle arayışın sonlarına doğru  Alex’in, dedesinin ve Foer’in arayışları; geçmişten gelen her türlü nesneyi, anıyı, fotoğrafı biriktiren ve kahramanlarımızın bir süre Augustine zannetiği bir kadın aracılığıyla birbirine karışıyor ve ortadan kaybolan, yok edilen bir yerin ve insanların tarihinin merkezine doğru bir yolculuk başlıyor.

Anlatıcı hem Alex, hem de Foer; tabi aslında elimizde tuttuğumuz metnin tamamını yaratanın Foer olduğunu okuyucular olarak bizler biliyoruz. Ancak Alex’in Foer’e yazdığı mektuplarda anlattıkları, arayışın nasıl gerçekleştiğini bize Alex’in anlattığı hissini veriyor. Bu noktada romanı orijinal dilinden yani İngilizceden okumanın, okumuş olmanın önemi ortaya çıkıyor. Çünkü Alex’in ağzından yazılmış bölümleri ve mektupları okurken, Alex’in İngilizcesinin yetersizliği ve dilin önemi de kendini hissettiriyor. Gerçi romanın çevirmeni Algan Sezgintüredi, Alex’in diliyle ilgili sıkıntıları, bana göre, Türkçe’de de çok başarılı bir şekilde hissettirebiliyor. Bunun dışında romanda yer alan, ve Trahimbrod’un, Alex, Foer ve Alex’in dedesinin arayışının arka planında, tarihine ışık tutan bölümler de oldukça ilgi çekici. Bir kasabanın doğuşundan yok oluşuna kadar olan sürece tanıklık ediyoruz bu bölümlerde. Ve bence bu bölümlerde anlatılanlar, insanın aklına Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanını getiriyor. Trahimbrod adlı kasabanın, bu adı alışı ve bu adı ortaya çıkaran nedenler ve yaşam büyülü gerçekçilikten izler taşıyor.

Savaş ve savaşın bitirdiği, yok ettiği hayatlar da “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”da olduğu gibi bu romanda da önemli bir yer tutuyor. Savaşın nesilden nesile geçen etkileri, yıkımları Trahimbrod’da yaşananlarla karşımıza çıkıyor. Bunun dışında Trahimbrod ile ilgili bir ilgi çekici nokta da; Trahimbrod romanda hiç varolmamış bir yer hissi yaratmasına rağmen, aslında böyle bir yerin Lutsk’a 30 kilometrelik bir uzaklıkta bir zamanlar varolduğu ve 1942 yılında Naziler tarafından yok edildiği bilgisi.

Sonuç olarak Foer, bu ilk romanında sadece şahane bir roman yazmakla kalmıyor, aynı zamanda da ilgi çekici bir karakter oluyor. Ve yazacağını umduğumuz yeni romanını heyacanla beklememize ve kendisini kıskanmaya devam etmemize neden oluyor.
Berna Turhan

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğunu düşünür. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler ona bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçüktür, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.” 

güliz

12 Ekim 2010 Salı

“Yeşil Peri Gecesi” ve Şebnem...

“Kapak Kızı”nda, Selda’nın, Ersin’in hayatlarını sorgulamalarına yol açan Şebnem, “Yeşil Peri Gecesi”nde, sesiyle, anlatışıyla, zihninin içindekilerle, yaşadıklarıyla, tam karşımızda. Bu sefer diğer karakterleri Şebnem’in gözünden okuyoruz, tanıyoruz, öğreniyoruz. Onun bakış açısı bizim bakış açımız oluyor. Ve bu yeni açıdan, örneğin, “Kapak Kızı”nda Ersin’in babası ve Şebnem’in amcası olan Süleyman Bey’in gerçekte nasıl biri olduğunu öğreniyoruz. Süleyman Bey, bir anda adaletli, kendine has tutkuları olan, iyi aile babası olmaktan çıkıveriyor, aynı şekilde karısı da ve Fikriyanım da. Herkes tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor ve insan gerçekte herhangi bir insanın nasıl biri olduğunu anlamanın ne kadar zor, hatta imkansız olduğunu düşünüyor romanı okurken.

İkiyüzlülüklerle ve çıkar ilişkileriyle sımsıkı örülmüş bu hayat içerisinde Şebnem hem olan bitene tahammül edemeyen hem de sürekli mağdur edilen, mağdur olan, kendini mağdur olarak tanımlayan biri; “Beni Teoman kurban etmemişti. Osman da etmemişti. Ben daha yıllar önce, kendimi bizzat, kendi irademle kurban etmiştim. Ben hayatta bir kurban olarak var olmuştum. Kurban olmayı kabul etmeyebilirdim. Ama etmiştim. Dünyaya kurban edilmeye hazır gözlerle bakmak, hayır demekten kolaydı. Mağdur olmak cesur olmaktan çok daha kolaydı. İnsan cesareti seçemezse kurban olmayı kendiliğinden seçmiş oluyordu. İnsan mağdur olmanın suçsuz olmak anlamına geldiğini sanıyordu. Oysa mağdur olmak, suçsuz olmak değildi...(Tunç, Yeşil Peri Gecesi, 46)” Ve Şebnem romanın sonlarında mağdur olmaktan çıkacak adımları atıyor, kontrolü eline almaya çalışıyor. Tam attığı adım onu tekrar bir mağdur, bir kurban konumuna getirecekken  “Kapak Kızı”ndaki Selda sayesinde, Şebnem’in dergideki fotoğrafı sayesinde hayatında bir değişim yaratmış Selda sayesinde, Şebnem bir kurban olmaktan çıkıyor. “Peki ya Selda olmasaydı ne olurdu?” sorusunun cevabı ise, bence, Şebnem’in bir kurban olacağı yönünde. Yani mağdur olmaktan çıkmaya çalışmanın bedeli de mağdur olmak kadar ağır diyebiliriz. Ve “Yeşil Peri Gecesi”nde, “olmamış gibi yapabilenlerin dünyası,”nda yaşamanın ne kadar zor ve cesur olmaya kalkışmanın da her zaman yeterli olmayabileceğini görüyoruz.

Berna Turhan

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 

Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 

güliz

Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:

5 Ekim 2010 Salı

Oskar’ın Ağzından “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”


Yazar: Jonathan Safran Foer
Editör: Sanem Sirer
Yayın Danışmanı: Erol Aydın
Çevirmen: Algan Sezgintüredi
Siren Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2008

Jonathan Safran Foer’in ilk romanı “Her Şey Aydınlandı”yı ilk kez aylar önce görmüştüm. Romanın kapağında yazan “Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri” yazısı ilgimi çekmişti ve “Madem okumamız gerekiyor, o zaman okuyalım,” diye düşünmüştüm. Ancak kitabın kapağını açıp yazarın hayatını okumaya başladığım anda kitabı elimden bıraktım çünkü Foer, 1977 doğumluydu ve ilk romanı Los Angeles Times ve San Francisco Chronicle tarafından “Yılın Kitabı” seçilmişti. Bunun dışında Guardian İlk Roman Ödülü’ne layık görülmüş ve Son On Yılın En İyi Kitapları (2010) listelerinde yer almıştı. Bunlar aslında çoğu kişi için bir romanı okuma nedeni olabilecekken ben tam anlamıyla kıskançlıktan – “Benimle aynı yaşta ve ilk romanıyla pek çok ödül almış!” – kitabı tekrar yerine koydum. Ben Foer’den kaçtım ama o beni sonunda yakaladı, ikinci romanıyla.


Foer’in “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” adlı ikinci romanı adı nedeniyle ilgimi çekti ve kitabı hemen satın aldım. Eve geldiğimde yazarın hayatına baktığım anda hatırladım Foer’i ve kitabı kütüphanemin ücra bir köşesine yerleştirdim. Yani bir süre daha kaçmaya devam ettim. Sonrasında ise “Okumadan anlayamam ki gerçekten çok mu iyi yazıyor,” diyerek birkaç gün önce kitabı tekrar elime aldım. Ve başından sonuna büyük bir keyifle okudum Foer’in romanını. Hakkını teslim gerekiyor bu noktada, gerçekten şahane yazılmış ve Türkçe’ye de şahane çevrilmiş bir roman.

Küçük Oskar’ın ağzından anlatılıyor “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın”. Diğer çocuklara pek benzemeyen, kafası icat fikirleriyle dolu, takılar tasarlayan, sadece beyaz giysiler giyen, hayvanları seven bir çocuk Oskar. Ancak bu mutlu yaşamı, 11 Eylül saldırıları yüzünden babasının hayatını kaybetmesiyle değişiyor. Oskar’ın kaybı, bir kabullenmeyi değil bir arayışı getiriyor hayatına. Babasının odasındaki bir vazoda bulduğu bir anahtarın izini sürmeye başlıyor adım adım. Hem anahtarın kime ait olduğunu ve anlamını bulmaya çalışıyor, hem de babasının o korkunç saldırıda nasıl ölmüş olabileceğini. Oskar’ın kaybının ve arayışının paralelinde başka kayıp ve arayış hikayeleri de var romanda. Savaş nedeniyle tüm yakınlarını kaybeden babaanne, savaş yüzünden yaşanan travmalar neticesinde ortadan kaybolan, sessizliğe gömülen ve yazarak iletişim kuran dede. Oskar’ın bir zamanlar aynı şekilde kendi babasını aramış olan babası, Thomas. Dedeyle torunun (Oskar) kesişen hayatları.

Oskar’ın şehri adım adım dolaşarak, daha önce hiç tanımadığı insanlarla anahtar üzerine yaptığı sohbetlerle süren arayışı, kaybının yerine birşey koymuyor belki ama yolculuğun kendisi anlam katmaya başlıyor Oskar’ın hayatına. Okuyucu olarak bizler ise sözde “büyük”, “ulvi” nedenlerle yapılan savaşların, terörist saldırıların küçük hayatlar üzerinde yarattığı travmalar, acılar, kayıplar ve tabi hayat üzerine düşünüyoruz Oskar’la birlikte.

Berna Turhan 

1 Ekim 2010 Cuma

Kozmik Haydutlar, A.C.Weisbecker

Yeraltı edebiyatı severlerin bu romanı atladıklarını hiç sanmıyorum ama ben iki gün önce rastladığımdan her ihtimale karşı Kozmik Haydutlar’dan biraz bahsetmek istedim. 

Romanın ikinci baskısına önsöz olarak eklenen hikâyesi  en az romanın kendisi kadar ilginç. İlk baskısı 1986’da yapılan fakat  o sıralarda kimsenin dikkatini çekmeyen Kozmik Haydutlar’ın yazarı  Weisbecker, körfez savaşı sırasında (1991) yayınevinden, tanesini bir dolara aldığı yüz adet kitabını, okuduktan sonra arkadaşlarına vermelerini  isteyen bir not yazarak yüz askere göndermiş. Yıllar sonra 1998’de Amerikanın bir yerlerinde yolculuk yaparken öğrenmiş yazdığı kitabın nadir eserlerden sayıldığını, açık arttırmalarda  300 dolardan satıldığını,  felsefe kitaplarıyla omuz omuza durduğunu  ve tabiki kendisi hakkında uydurulan efsaneleri. 

Konusuna gelince;  Eski bir (şimdiki geçmiş zamanda eski) uyuşturucu kaçakçısının hırsızlık sonucu eline geçen fizik kitapları sayesinde kuantum’la tanışmasıyla  başlıyor roman.  Hayatına doğru perspektifi kuantum fiziği ile getireceğine inanan anlatıcımız bizi, şimdi, geçmiş ve gelecek (kimin için gelecek?) zamanda,  Meksikalı haydutlar, hırsızlar, askerler, polisler, CIA, FBI, asla ayık gezmeyen kaçakçılar  ve görece sıradan  insanlar arasında geçen bir maceranın ortasına atıyor.  Ne yapacakları belli olmayan kuark’lar gibi, anlatının ne yapacakları belli olmayan karakterleri ve kurgusunu göz önüne alırsak, romanın, makrokozmik de olsa, bir tür atomaltı düzeyde geçtiğini;  neden-sonuç ilişkileri kurarak hayatına düzen getirmeye azmetmiş  okuyucuya kendisini yeniden gözden geçirebileceği bir atomaltı yaşam örneği sunduğunu görüyoruz.  

 “...Eminim bir gün bu tür bir terapi sıradan bir şey olacak. Bohr’un, Lorenz’in ve Planck’ın öğretileri çok geçmeden Freud’un, Jung’un ve Fromm’un saçmalıklarının yerini alacak. Bunda hiç şüphe yok”  diye yazan Weisbecker’ ın  1980’lerde bugünü görmüş olması da ayrıca enteresan bir nokta. Yurt dışında kuantum terapileri  ne zamandır gündemde  bilmiyorum ama ülkemize bakınca  pratik uygulamaları hakkında  ayrıntılı bilgim olmasa da -en ilkel yorumla, yani benim anladığım şekliyle, vücudumuzda bulunan her bir atomun içindeki kuarklara bulaşıp evrene yayılan ve bize ev, araba, sevgili vs. olarak geri dönen olumlu düşünceler kuramı- son yıllarda popüler kültürün parçası haline gelen düşünce sisteminin  romanda*  anlatılan kuantum’la  neyseki** pek ilgisini göremediğimi, konu  hakkında daha fazla fikir sahibi olmak, “hayatınıza doğru bir perspektiften bakmak”  ya da  sadece eğlenceli zaman geçirmek  için bile bu romanın okunası olduğunu söyleyebilirim . 

*Romanı okumaya karar verdiyseniz bence şimdiden dipnotlara alışın. (Yazar da aynı fikirde) 

**“neyseki” derken düşündüğüm konu kuantum fiziğinin yaratıcılarından Niels Bohr’ un romanda gördüğüm cümlesinden kaynaklanıyor.  Bohr demiş ki  “ Kuantum kuramıyla ilk karşılaştıklarında dehşete kapılmayanlar herhalde onu anlamış olamazlar” benimde aklıma şu soru takıldı: çok sevip bağrımıza bastığımız, öğrenmek için sürüyle kitap okuyup, kurslarına gittiğimiz kuantum’u  olduğu gibi mi, işimize geldiği gibi mi anlıyoruz? Bana kalırsa olumlu hislerimizi evrene gönderip bir cevap beklemek, fırtınanın ortasında şemsiyeni düzgün tutmaya çalışmakla aynı şeye tekabül ediyor. Her ikisini de gerçekleştirdiğimize inansak bile, ilki mikrokozmik, ikincisi de makrokozmik düzeyde sadece bizim hayalimizden ibaretler. 

“Aslında madde, Evrenin tamamı, esasta madde-dışı. Başka bir deyişle, gerçek anlamda muz maddesi diye bir şey yok. Basite indirgeyecek olursak, bu muz dalgalardan oluşuyor ve bu dalgalar da olasılık dalgaları. Başka bir ifadeyle, bu muz bir olasılıkla var. Hâlâ istiyor musun?”  (Kozmik Haydutlar)

güliz