23 Kasım 2010 Salı

“Salla zarları, bak bakalım n’olacak. Neden olmasın ki?”[i]


68 yaşında zengin bir erkekle, 16 yaşında, güzel ve çocuk bakıcılığı yapan bir kız arasında sizce ne olabilir? Benim aklıma gelen ilk ilişki türü; yılların bilgeliğine sahip yaşlı adamın, genç ve tecrübesiz kıza hayatı anlatması ve kızın da bu bilge dostluğun sonrasında yaşamına yeni bir yön vermesi. Ya da yaşlı adamın, genç kızı ölen kızına benzetmesi ve tüm maddi  varlığını beklenmedik bir şekilde ona bırakarak ortadan kaybolması. Evet klasik senaryolar ama bu senaryoların çok şahane bir şekilde anlatıldığı romanlar ve filmler var. Bahsettiğim senaryolardan farklı başka senaryolar da yaratılabilir ama bana kalırsa “Güzel Bir Kız”ın yazarı Joyce Carol Oates’in yarattığı ilişki türü çoğu kişinin aklına gelmez. Fakat çoğu insanın aklından geçirmeyeceği bir ilişki, bir kurgu yaratmak kimi durumlarda son derece çarpıcı olabilirken, bana göre “Güzel Bir Kız”da bu durum sözkonusu değil.  Evet, Oates romanın yarısından fazlası geride kalmışken, yaşlı adamın kızdan ne istediğini netleştiriyor ve bunu yaparken okuyucuyu şaşırtıyor ama tatmin etmiyor, bana kalırsa.
Romanın kapağında “New Statesman”dan kitap hakkında yapılmış bir alıntı var;  “Mutlu sonlara inancımızı yitirdiğimiz bir çağda, modern bir masal. Yoğun ve çarpıcı.” Etkileyici ve merak uyandırıcı bir alıntı ve bunun dışında Oates’in kitabın yazarı olması da çoğu okuyucu için etkileyici olabilir. Oates’in yazdığı onca kitap ve aldığı onca ödül zaten insanda ister istemez, şahane bir roman okuyacağı beklentisi uyandırıyor. Bu beklenti, bende romanı ilk elime aldığımda fazlasıyla yoğundu mesela çünkü Oates’in adını yüzlerce kez duymuş fakat hiçbir kitabını okumamıştım.  Ve Oates hakkında yazılanlar ve anlatılanlar paralelinde çok başarılı bir roman okuyacağımı düşünüyordum.  Ancak maalesef hayal kırıklığına uğradım çünkü ne kurgu ne de karakterler yoğun ve çarpıcıydı. Fazla hesaplı bir roman gibi geldi hatta bana “Güzel Bir Kız”. Sanki Oates yazarken şöyle düşünmüş; “Evet iki zıt karakter yaratayım, biri zengin, yaşlı ve çirkin; diğeri fakir, genç ve güzel olsun. Sürpriz bir şekilde karşılaşsınlar. Neticede ikisinin de birbirinden isteyebilecekleri şeyler var, yaşlı adam güzelliğin, genç kız ise paranın peşinde olabilir ama ben bu ilişkiyi öyle bir hale getireyim ki okuyucu şaşırsın kalsın. Bir masala da bağlayabilirim aslında yaşlı adamın kıza ilgisinin, tutkusunun sebebini.  Arada kızın gel gitleri olsun, sonra yaşlı adamın gerçeği ortaya çıksın ve roman sona doğru ilerlesin. Tamam, şimdi yazmaya başlayabilirim!” Benim okurken alttan alta hissettiğim bu hesaplı edebiyat hissi, ister istemez insanı rahatsız ediyor. Bunun dışında, romanda tekinsiz bir hava da yaratılmaya çalışılmış ama bu da başarısız geldi bana; atılan zarlar, yapılan hamleler, gizemli resimler, kitaplar, hayatlar tekinsiz havayı da, modern bir masalı da vermede yetersiz kalmış. Kısacası, bence Oates zarları sallamış ama sonuç pek de iyi olmamış.
Bir taraftan da belki de gidip Oates’in en başarısız romanını seçtiğimi ve bu kadar roman yazmış bir yazarın başka romanlarına da bir şans vermem gerektiğini düşünüyorum. Yani kısa vadeli hedeflerimden biri, Oates’in ödüle layık görülmüş romanlarından bir tanesini okumak olacak. Gerçi ödüllerin, beğenilerin, anketlerin de belirleyiciliği yok, hiçbir ödüle layık görülmemiş fakat şahane yazılmış romanları düşünecek olursak.

Berna



[i] Güzel Bir Kız, Joyce Carol Oates

9 Kasım 2010 Salı

Evliliğin İzinde...


“Ye Dua Et Sev” adlı romanının ardından, Elizabeth Gilbert, “Ye Dua Et Evlen” adlı romanında evliliğin izini sürüyor. Filme de çekilen “Ye Dua Et Sev”in sonunda aşkı bulan Gilbert, bir devam romanı niteliğinde olan son romanında ise evlilik kararıyla karşı karşıya...

Aslında tam da bir karar verme süreci değil Gilbert’ın içinde bulunduğu durum. Yasal sıkıntılar ve sevgilisi Felipe’nin Amerika’da yaşamasının önündeki engeller nedeniyle, Gilbert, bir anlamda, evlenmek zorunda kalıyor. Gilbert ve sevgilisi önceden yıpratıcı boşanmalar yaşadıkları için evlilikten uzak durma kararı almış durumda. Ancak evlilik bir zorunluluk olarak karşılarına çıktığı zaman, Gilbert, bana göre, doğru bir karar alarak evlilik kurumunun doğumundan günümüzde geldiği noktaya kadar olan süreci keşfe çıkıyor ve evlilik fikriyle barış imzalamaya çalışıyor.

Sevgilisi sınırdışı edildiği ve ondan uzak yaşamak istemediği için iki aşık birlikte dünyanın farklı yerlerinde yasal işlemler gerçekleşene kadar seyahat etmeye başlıyor ve Gilbert bu süreçte hem evlilikle ilgili araştırmaları, kitapları ele alıyor hem de gittiği ülkelerde, farklı kültürlerin evliliğe bakışıyla ilgili sohbetler, gözlemler yapıyor. Bu noktada insan ister istemez, “Keşke hepimizin bir zorunluluk ya da karar verme süreci öncesinde böyle bir keşif dönemimiz olsa,” demeden edemiyor tabi.

Gilbert evliliği Batı tarihi açısından ele alıyor, Müslüman ülkelerdeki evlilikler araştırmasının dışında kalıyor. Bu kararında, hem imkanların sınırlılığı hem de kendisinin bir Amerikalı olması belirleyici oluyor. Ve Felipe’yle evlilikleri öncesinde geçirdikleri aylar boyunca evlilik üzerine okuyor ve düşünüyor. Son derece yavaş işleyen yasal sürecin adım adım sona yaklaştığı dönemde ise Ferdinand Mount adlı İngiliz bir yazar tarafından yazılmış “Yıkıcı Aile” adlı kitap Gilbert’in evlilikle kendi barışını yapmasını sağlıyor. “Yıkıcı Aile” temelde, ailenin topluma, diktatörlüklere, kurallara karşı yıkıcı, mahrem bir birliktelik olduğunu ve otoritelerin aslında evlilik kurumundan, kurumu tam anlamıyla kontrol edemedikleri için rahatsız olduklarını ve bu yüzden bir sürü kuralla onu kontrol etmeye çalıştıklarının altını çiziyor. Mount’un kitabıyla evlilik bir anda, kadının kimliğini kaybettiği, insanların bir süre sonra içinde mutsuz ve aşksız olduğu bir kurumdan insanların bir şekilde, otoriteye karşı birlikteliğine dönüşüyor ve evlilikle ilgili Mount’un bakış açısı Gilbert’i rahatlatıyor. Zaten nihayetinde, sevgilisi Felipe’de insanın ister evlenerek ister evlenmeden hayatı birlikte geçirmek isteyebilecceği biri; sevgili dolu, ev işlerini paylaşmayı seviyor, karşısındakini anlıyor ve saygı duyuyor...Ve çiftimiz kitabın sonunda Amerika’da kendilerine özgü bir törenle evleniyor.

Gilbert’in kitabı, Batı evliliğinin izini sürmek açısından okuması keyifli bir kitap. Ancak baştan söyleyeyim, çok detaylı bir araştırma ya da iz sürme değil bu. Daha çok okuduklarına, Gilbert’in kendi bakış açısı sözkonusu olan. Bir de bana göre, Gilbert, kitabının sonunda okuduğu, incelediği şeylerin bir listesini ekleseydi okuyucu açısından daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.

Ve son olarak, Gilbert’in sadece kendi hayatı üzerinden yazdığı bu son iki romanını okurken, bundan sonraki romanının ne üzerine olacağını düşünmeden de edemiyorum. Felipe de kendisi de çocuk sahibi olmamaya karar verdikleri için bundan sonraki roman “Ye Dua Et Doğur” olamaz büyük olasılıkla ama belki “Ye Dua Et Yaşa” diye bir roman yazabilir, hayatlarının nasıl gittiğiyle ilgili. Bu arada, insanın kendi hayatını temel alarak bir roman yazabilmesi ve bunun çok satan bir roman haline gelmesi Gilbert açısından şahane bir durum olsa gerek çünkü kurgu yazmadığı için büyük olasılıkla yaratıcılıkla ilgili sıkıntılarla uğraşmıyor. Ancak bu şekilde yazmanın kötü yanı da insanın sürekli bir şeyler yaşamasının gerekliliği, Gilbert örneğinde olduğu gibi; önce bir boşanma ve kendi keşfetme yolculuğu, sonra da aşk ve evlilik yolculuğu.

Evliliğin izini sürmek isteyenlere, keyifli yolculuklar...

Berna

3 Kasım 2010 Çarşamba

Sokağın Otobiyografisi: Hırsızın Günlüğü

“Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip.”
                                                                                                                                  Walter Benjamin

Andre Gide, Dostoyevski biyografisinde, Dostoyevski’yi Fransa’ya tanıtan M. de Vogüé’in, “yazarın nezaketsizliği yüzünden özür dilemek” zorunda kaldığını anlatır. Dostoyevski’nin insan zihnine tuttuğu aynaya yansıyanlar, Paris’in çamurlu sokaklarının sefaletinden çok daha ürkütücü olmalı ki, Batılı yayıncılar Dostoyevski’yi okura bir özürle birlikte sunma gereğini hissederler.  İnsan doğasına ilişkin tüm safdil teorileri yerle bir edecek denli “kötülük” çıkarmıştır şapkasından Dostoyevski ve üstelik onun kötülüğü bildik toplumsal analizlerle, ahlâk teorileriyle açıklanabilecek türden de değildir. En azından Fransız nezaketini incitebilecek  denli kabadır Dostoyevski.

Jean Genet, ilk kitabını yayımladığında birileri çıkıp okurlardan özür dilemiş midir bilinmez ama Genet’nin nezaketsizlik konusunda Dostoyevski’yi fersah fersah geride bıraktığı açık. Dostoyevski hiç değilse insanlara İsa’nın yolundan giderek ulaşabilecekleri bir ruhsal kurtuluşu vaat ediyordu. Genet ise kötülüğü tek erdem haline getirmişti ve bu yüzden de iyiniyetli okurların gözyaşlarıyla kucaklamaya hazırlandıkları geçmişi karanlık bir yazarın otobiyografisini Hırsızın Günlüğü adıyla yayımlamıştı. Hikmetinden sual olunmaz dehaların hınzırlıklarıyla bezenmiş ve yazıldığı anda okura göz kırpan günlükleri, otobiyografileri dolduracak bir hayat öyküsü de yoktur Genet’nin: “Ben 19 Aralık 1910’da Paris’te doğmuşum. Sosyal Yardım Kurumu’nun koruduğu kimsesiz çocuklardan olduğum için, geçmişim hakkında başka bir şey öğrenmem olanaksızdı. Yirmi bir yaşıma geldiğimde bir nüfus cüzdanım oldu. Annemin adı Gabrielle Genet’ymiş. Babam hâlâ bilinmiyor. Assas Sokağı’ndaki 22 numaralı evde dünyaya gelmişim”. Nüfus kayıt memurunu bile tatmin etmeyecek bu bilgiler, okuru nasıl tatmin edebilir ki? En iyisi şöyle bir hayat öyküsü anlatmak: “Kötülük denen şeye doğru bir serüvenin ardından aşkla koşup sonunda hapishaneye düştüm”. Doğum ve ölüm tarihleri arasında verilen ve anlamlı bir bütün yarattığı varsayılan hayat öykülerinden çok daha yalın ve gerçektir Genet’nin öyküsü. Bir piç olarak doğmak, dünyayla öylesine senli benli bir karşılaşma yaşatmıştır ki Genet’ye, hayatı boyunca  ailenin, okulun, kilisenin rehberliğine hiç  ihtiyaç duymamıştır. İhtimaldir ki, bir yurttaş olarak kabulü de, devletin suçlulara ve askerlik çağı gelmiş erkeklere gösterdiği özel ilgi sayesinde olmuştur. Tanrı’nın olmadığı bir an’dır piç doğumu. Sosyal Yardım Kurumu’nun yardımseverliğinin ulaşamayacağı bir dünyaya fırlatılmak demektir. Öğretilmiş bir iyiliğin değil, seçilmiş bir kötülüğün hüküm sürdüğü bir dünyada insan varoluşuna konulan tüm sınırların üstünden atlayıp ikiyüzlü erdemlere “nanik” yapmaktır.

Aslında sokağın otobiyografisidir Hırsızın Günlüğü. “Kötülük denen şeye doğru bir serüven”in yaşandığı sokağın. Genet’nin “siz” diye seslendiklerinin dünyasından tümüyle soyutlanmış, hırsızların, katillerin, fahişelerin, eşcinsellerin mekânı haline gelmiştir sokak. Büyük kent kalabalıklarının evcilleştirici, insanileştirici varlığı ortadan kalkmıştır. Suç,  sokaktakileri, yoksulluğun erdemine sarılıp yaşayanlardan da koparmıştır. Çatıların altında yaşanan—zengin ya da yoksul— tüm insanlık hallerini reddediştir sokak: “Dünyada hiçbir şey alışılmamış, tuhaf değildi. Bir generalin kolundaki yıldızlar, borsa fiyatları, zeytin toplama, adli üslup, tahıl piyasası, çiçek tarhları... Hiçbir şey. Ayrıntıları aralarında tam bir bağlantı içinde olan bu korkutmuş ve korkutulmuş düzenin bir anlamı vardı, bu anlam benim sürgün durumumdu”.

Kötülük isyandır Genet için. Düzenin yasakladığını yapmayı ister o. Hitler Almanyası’nda “Berlinli en titiz burjuvanın beyninin içinde büyük bir ikiyüzlülük, kin, kötülük, acımasızlık ve açgözlülük kaynağı bulunduğunu” düşündüğünden çok sevdiği mesleğini, hırsızlığı, icra etmez. Berlinlileri rahatsız edecek bir başka meslek bulur kendine: Fahişelik. Düzeni yeterince rahatsız etmediğini hissettiğinde “geçerli ahlâk yasalarına saygı gösterilen ve yaşamın bu yasalar üzerine kurulu olduğu bir ülke” aramak üzere yola çıkar.  Dış dünyayla paylaşabileceği bir kötülük çekmez ilgisini, o piç doğumuyla dünyaya verdiği rahatsızlığın ebedi olmasını dilemektedir.

“Kötülüğe adanmış erkekler”in güzellikleri çeker Genet’yi. Belki de dış dünyaya karşı sokağın gücünü temsil eder erkeksi bedenler. Gücün güzelleştirdiği erkeklere duyulan hayranlık onu polislere çeker. Suçlulardan sonra en çok polisler bilir gecenin ve sokağın şeytaniliğini, en çok onlar koşar kötülüğün peşinden. Erkekliğin sembolü olan rozetleriyle yasakoyucunun gülünçlüğünden uzaktır polisler, çünkü “onlar insan öldürebilirler. Uzaktan ve vekaleten değil, elleriyle öldürebilirler. Öldürmeleri, buyrulmuş olsa bile, yine de, kararıyla birlikte, bir katilin sorumluluğunu gerektiren, özel, kişisel bir iradeye bağlıdır. Polise öldürmek öğretilir”. 

Aslında öyküsü yoktur Genet’nin sokağının. Otobiyografisi de. Yalnızca an’ları vardır, ilhamlarını Şeytan’dan değil insan varoluşundan alan hırsızların, katillerin kötülük an’ları. Piç, hırsız ve eşcinseldir Genet. Sokaktakileri de bu üç kelimenin içerisine sığdırarak anlatır. Hepsi fırlatılmıştır sokağa ve onların incelikli duyarlıkları harekete geçirecek, günahlarını bir çırpıda bağışlatacak acıklı öyküleri de yoktur. Okur, sokaktakilerin kötülükten utandıklarına dair herhangi bir ipucu ele geçiremeyecek, vicdanına ve sorumluluk duygusuna seslenen bir yardım çağrısı duyamayacaktır. Dolayısıyla, “kıssadan hisse” çıkarabilecek bir malzeme de yoktur ortada. Genet, Baudalaire gibi “riyakâr” okuyucuya kardeşlik payesi vermez. Erdemli okur,  kendisini sokağa çıkmaktan alıkoyan erdemleriyle kalacaktır eşikte. Genet, dış dünyayla kendisi arasında kelimelerin kurduğu köprüyü kaldırıp atmak konusunda da tereddüt etmez, belki de yazmanın sokağın ihanetlerine benzemeyen türden soysuz bir ihanet olduğunu farketmiştir:  

Sizin hor gördüğünüzü güzelleştirerek, yüreğimi altüst edecek bir şeye büyüleyici, çok     güzel bir ad vermekte toplanan bu oyundan bıkan zihnim, herhangi bir niteleyici  sözcüğü reddediyor; canlı ve cansız varlıkların tümünü birbirlerine karıştırmadan, aynı çıplaklıkları içinde kabul ediyor, ardından, bunları giydirmeyi reddediyor. Böylece, artık yazmak istemiyorum. Harflerden elimi eteğimi çekiyorum.  

Ve son olarak, bütün kötülüğüne karşın, Genet’yi sanat ve muhalif ruh aşkına kucaklamaya hazır okur için Walter Benjamin’den bir pasaj: “Bir Rimbaud’nun, bir Lautréamont’un şeytaniliğini, sanat için sanat’ın bir süsü olarak züppelikler listesine katmanın cazibesine kapılmak son derece kolaydı. Oysa bu romantik maske kaldırıldığında arkasında işe yarar şeyler bulunacak, kötülük kültünün her tür ahlakçı sanat merakına karşı, ne kadar romantik olursa olsun ayrıştıran, arındırıcı bir politik aygıt olduğu keşfedilecektir”. Üstelik, Genet’nin romantik bir maske takınmaya gerek duymaksızın tapındığı kötülük kültü, düzeni reddedenlerin rehavet dolu konformizminden çok daha politik.

Genet, Jean. Hırsızın Günlüğü. Çev. Yaşar Avunç. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.
Benjamin, Walter. “Gerçeküstücülük”. Son Bakışta Aşk. Çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
           
Aslı Güneş

Bu yazı Birgün Kitap'ta yayınlanmıştır, 3 Ekim 2006

1 Kasım 2010 Pazartesi

Karşınızda Dirmit...

Latife Tekin’in ilk kitabı olan Sevgili Arsız Ölüm, masalsı bir roman. İçinde hem insanlar, hem cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, dertlere çare bulmaya çalışan kar, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü unsur var. Kitap, masalsı bir hava içerisinde geçiyor ve başlarda çok sürükleyici gelmese de sonrasında çocukken dinlediğimiz sürekleyici masallar gibi bir çırpıda akıp gidiyor. Sevgili Arsız Ölüm’de bir ailenin fertlerinin yaşadıklarını okuyoruz. Huvat, Atiye, Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye’nin yaşadıkları, başlarına gelenler, bu arada zaman zaman olaylara dahil olan köylüler ya da cinlerle olaylar gelişiyor, karakterler büyüyor ve değişiyor. Romanın mekanı da bir süre sonra değişiyor. Alacüvek köyünde başlayan hikaye, ailenin göç etmesiyle denizi olan bir şehirde devam ediyor. Roman boyunca, hiç bitmeyen bir hareket var. Ve bu hareket sayesinde karakterleri tanıyor ve anlıyoruz. Karakterlerin duyguları hisleri bize direkt anlatılmıyor. Hareketler bize ne olup bittiğini anlatıyor. Hareketliliği doğuran kimi zaman geçim derdi, kimi zaman Dirmit’in cinli olduğu fikri, kimi zaman da Huvat’ın beyaz çubuklu şeytan pantolonu olabiliyor. Sonuç olarak, Sevgili Arsız Ölüm’de derdi tasası hiç bitmeyen, sürekli bir mücadele içerisinde olan aile fertlerinin, büyülü unsurlarla içiçe dünyasına, okuyucu olarak biz de katılıyoruz. Tüm karakterlerin yaşadıkları ilginç olmakla birlikte bana göre, Dirmit kızın hikayesi hepsinden güzel ve umut verici. Dirmit kız, zoru başarıyor ve hikayenin merkezine oturuyor...

Sevgili Arsız Ölüm, daha önce de belirttiğim üzere pek çok karakterin etrafında gelişiyor. Kitabın başında köye bir otobüs getiren, sürekli yeni fikirleri, yeni tutkuları olan Huvat’la, sonra da köye getirdiği ve diğer köylü kadınlardan farklı bir kadın imajı çizen Atiye ile tanışıyoruz. Bu çok belirgin bir fark değil belki ama Atiye’nin dikiş dikip çocuklarını farklı giydirmesi ya da köylülere göre bir icat olarak değerlendirilen sabunla çocuklarını yıkaması bence onu köyün diğer kadınlarından daha farklı kılan küçük unsurlar. Atiye, Huvat yeni işler, yeni tutkular peşinde koştururken ardarda çocuklarını doğurur. İlk olarak Nuğber gelir, sonrasında Halit ve Seyit, anasına daha doğmadan “Ana! Ana!” diye seslenen Dirmit doğar sonra, son olarak da istenmeyen ve Atiye’nin düşürmek için elinden geleni yaptığı, doğduğunda sıçana benzeyen Mahmut dünyaya gelir. Böylece Huvat ve Atiye Aktaş ailesinin fertleri ve romanın karakterleri ortaya çıkmış olur. Bu kadar çocuk arasından ise daha doğmadan anasını “Ana! Ana!” diye çağıran ve Cinci Mehmet’in “Doğacak çocuk eksik doğmazsa başına gelmedi kalmayacak, a-ha,” diyerek hamur tahtasına onun için bir çentik attığı Dirmit, daha doğmadan diğer çocuklardan farklı olacağını ve roman genelinde önemli bir rol oynayacağının sinyalini vermektedir ve nitekim de öyle olur.

Dirmit’in maceraları küçüklüğünden başlar, örneğin Dirmit’le Keşli Fırat’ın oğlu Ömer’i kümeslikte doncak yakalarlar. Bu arada Dirmit sürekli olarak cinlerle bir ilgisi olup olmadığıyla ilgili sorguya çekilmektedir. Bahçedeki tulumbayla arkadaştır ayrıca onunla sohbet etmekte, ona sorularını sormaktadır. Dirmit’in yaptıkları belki de her çocuğun küçükken yaptığı şeyler olarak görünebilir bize. Mesela pek çok çocuğun hayali arkadaşı olmuştur ama yaşanılan köyde ve ortamda Dirmit’in bu olağan hayalleri ya da eylemleri olağanüstü ve cin-peri işi olarak görülür. Bu arada Dirmit artık okul çağına geldiğinde köye yeni bir öğretmen gelir ve Dirmit de okula gönderilen tek kız öğrenci olur. Dirmit’in okula gönderilmesi de aslında Atiye’nin diğer annelerden-kadınlardan farkını ortaya koymaktadır. Dirmit’in okur-yazar olmasını, diğerlerinden iyi anlamda farklı olmasını ama yine de “öteki” olmasının nedeni bir bakıma Atiye’dir. Atiye sonraki süreçte, şehre göç etmelerinden sonra da Dirmit’in okumasını, diğer çocukları geçim derdine düşmüş olmasına rağmen destekler ama bir taraftan da Dirmit’in cinlere perilere karıştığını düşünmekten geri kalmaz. Sırtından köteği eksik etmez diğer aile fertleriyle birlikte, Dirmit’in saçını başını yolmaktan da geri kalmaz hiçbir zaman.

Dirmit’in öğrenme tutkusunun büyüklüğünü ise öğretmen köyden ayrıldıktan sonra onu bulmak için her türlü yolu denemesinde görürüz. Dirmit, öğrenmeye istekli, sorgulayıcı, meraklı, başına buyruk bir karakterdir. Dirmit’in yaptıkları (tulumbayla konuşması, öğretmenini bulmak için her türlü yolu denemesi,…) köylüler tarafından onay görmez ve dışlanır. Dirmit farklı olmanın acısını çeker her daim. Bu süreçte şehre ailecek göç edilmesi gündeme gelir. Zaten Huvat bir süredir şehirde iş güç peşinde koşmaktadır. Dirmit gitmek istemez, tulumbasından ayrılacak olmak üzer onu. Ancak sonunda şehre doğru yolculuğuna başlar. Dirmit, fantastik öğelerle örülü, cinli perili, tulumbalı, okulsuz yaşamından yeni bir yaşama adım atmaktadır.

Dirmit’in yanısıra Huvat, Atiye, Halit ve karısı Zekiye, evlenmemiş Nuğber, Seyit ve Mahmut da yeni bir yaşama başlayacaklardır ismi okuyucudan gizlenen şehirde. Şehrin adını koymak okuyucuya kalmıştır. Bana göre, şehrin adı İstanbul’dur çünkü vapurla başlar şehirdeki yolculuk. Denizli şehirde Dirmit dışında ailenin bütün fertleri için tek bir odak noktası vardır: geçim. Herkes bir işle uğraşır didinir ama işleri ve istekleri sürekli değildir. Herkes farklı işlerin peşinde koşar durur. Bu arada Dirmit, şehirde kendine sohbet edecek yeni birini bulur: kuşkuotu. Sözkonusu otun adı bile Dirmit’in karakteriyle ilgili ipucu vermektedir. Dirmit, okumak öğrenmek isteyen, soruları olan, ve sorularına cevap bulmak isteyen bir karakterdir. Nitekim kuşkuotu sayesinde kitaplığa girmeye cesaret eder, okudukça okur, iç dünyası zenginleştikçe zenginleşir. Dirmit bir gelişim içerisindedir, bu arada diğer karakterler para kazanmak için hünerlerini sergilemektedirler. Dirmit Atiye’nin de desteğiyle okulda oldukça başarılıdır. Her karakterin yaşadıklarında, gerek dualarıyla gerek yorumlarıyla kitap genelinde önemli rol oynayan Atiye, Dirmit’in okumasını da desteklemektedir ama Dirmit’in şüpheli bulduğu hareketlerini cezalandırmaktan da geri durmamaktadır.

Bu arada Dirmit’in ergenliğe girişi gelir çatar. Dirmit’in ergenliği süresince Atiye’nin sergilediği tutum baskıcı ve kadın olmanın zorluklarını dikte eden bir niteliktedir. Meraklı, soruları bitmeyen Dirmit’e bu süreçte genç kızların soru sormasının ayıp olduğu söylenir. Soruları olmayan bir Dirmit olabilir mi peki? Dirmit sorularıyla, farklılığıyla büyür, ailenin geçim derdiyle, başına gelenler de büyür, her karakter farklı çileler çeker. Bu arada sadece Atiye değil, ailenin diğer fertleri de aslında Dirmit’in okumasıyla ilgilidir. Mesela askerden dönen, en büyük abisi Halit, askerde yazdığı şiir-anı defterinde Dirmit’in resminin altına “Kanımın son damlasına kadar çırpınıp seni okutacağım” yazmıştır. Ancak bu desteğe karşın hiçbiri Dirmit’le uğraşmaktan geri durmaz. Aysun adlı arkadaşından kopartılır Dirmit, topla oynaması engellenir, Dirmit sürekli bir kalıba sokulmaya çalışılır ama bunda başarılı olunduğu pek söylenemez. Çamurdan heykeller yapmaya kalkar engellenir, radyoyla yakınlaşır, radyoyla yatar kalkar olur, dayağı yer oturur, sürekli adam edilmeye çalışılır. Her yaptığı engellenmeye çalışılan ve deli muamelesi gören Dirmit’in aslında ailenin tüm fertlerinden daha aklı başında olduğunu, annesi hastalandığında onu doktora götürmeleri gerektiğini söylemesinde görülür. Dayağa, köteğe, saç yolmaya, banyolara kilitlenmeye, sürekli engellenmeye karşın Dirmit gelişmektedir. Bana göre, roman genelinde diğer karakterlerin ne yapıp ettiklerini en az Dirmit’in hikayesi kadar bilmemize rağmen Dirmit hikayesinin başlangıcı, gidişatı ve sonundaki farklılıkla bizi başka yerlere alır götürür, hikayesi bize umut verir.

Dirmit sonunda kendisine dayak yemeden uğraşabileceği bir meşgale bulur: şiir yazmak! Sözcükleri kim fark edebilir ki? Kendini şiir yazmaya verir. Bu tutkusundaki ısrarı, sözcükleri bembeyaz sayfalara dökmekteki hırsı neyi akla getirir peki? Bir yazar adayının, bir yazarın yazma konusundaki tutkusunu. Balzac’ı hatırlattı bana Dirmit mesela, o da Dirmit gibi uyumamak, yazmak için kendini soğuk suların altına sokar, bardak bardak koyu kahve içermiş. Dirmit de aynı Balzac gibi kendine şiir yazmadan uyumayı, yemek yemeyi, su içmeyi, gülmeyi, ağlamayı, helaya gitmeyi yasaklar. Nitekim Dirmit koca bir defterin her satırını şiirlerle doldurur, sözcüklerle yatar kalkar olur, onun peşinde dedektiflik yapan Atiye’yi dikkate almaz olur. Ancak Atiye defteri bulur ve aile fertleri tarafından şiir defteri paramparça edilir. Akla o an tüm aile fertlerinin saygı ve ilgi gösterdiği Halit’in şiir defteri gelir. O niye yırtılmamıştır da Dirmit’in defteri yırtılmıştır? Bana göre, bu Dirmit’in cinsiyetinden kaynaklanır, kadın kısmına şiir yazmak, farklı olmak yakışmaz, kadın kısmı dizini kırıp oturmalıdır. Ama Dirmit dizini kıracak kız değildir. Ertesi gün kendini sokaklarda bir eylemin orta yerinde bulur. O da açar ağzını yumar gözünü, başlar bağırmaya “Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar,” diye, kendi isyanını haykırır o da kalabalıkla birlikte. Haykırışı, bağırması evde de sürüp gider. Bu arada Dirmit’e yeni bir yetenek daha hasıl olmuştur: evlerin içini, başkalarının hayatlarını görebilmektedir artık Dirmit. Ve bence kitabın en önemli sahnesi ortaya çıkar bu süreçte; Dirmit’in ailenin diğer fertlerine yabancılaşması. Düşüne düşüne ipin ucunu kaçıran Dirmit evdekileri tanımaz olur. Düşündükçe düşünür, yıldız olmayı, su olmayı, ayı düşünür durur. Gözüne bir kara nokta görünmeye başlar, nokta ile konuşmaya durur. Dirmit sokaklara vurur kendini, Atiye ise Dirmit’e vurur. Dirmit nihayetinde suya tutulur, suya verir kendini. Gece şiir yazar, gündüz şiirlerini denize okur. Kimseyi tanımaz, kimseden korkmaz olur. Dirmit, artık onu geri tutan, engellemeye çalışan ailesinden kopmuştur, onlara yabancılamıştır, köyde “öteki” olan Dirmit, şehir hayatında ailesine göre, “öteki”dir artık. Dirmit’in suya tutkusu ve şiir yazma sevdası nedeniyle yine sokağa çıkması yasak edilir. Ancak Seyit’e yazdığı mektupla şiir yazma iznini koparır.

Ölüm döşeğinde olan Atiye’nin Allah’ın karşısına çıktığında ne söyleyeceğinin aile içi tartışmasında da Dirmit farklılığını okuyucunun ve aile fertlerinin gözleri önüne serer. Annesinin öbür tarafta Allah’a “Sen yazdın, ben de senin yazdığını okuyup gezdim, ne sorgusuymuş şimdi bu diye,” sormasını önerir. Gerek aile fertlerinin evin en küçüğü Dirmit’e fikrini sormasında gerek Dirmit’in mantıklı cevabında Dirmit’in zihinsel olarak ulaştığı noktayı görürüz. Dirmit artık evin damından evlerin içini, oradaki hayatları gördüğünü iddia etmektedir. Sözcüklerle aklını bozmuş, denizle konuşan, evlerin içini gören, direnen, yılmayan, dama çıkıp herşeye yukarıdan bakan Dirmit, sonunda ailesine bir mektup yazmaya soyunur. Dirmit’in mektup yazmaya soyunması da ikinci can alıcı sahnesidir bence. Şiir defterini yırtan aileye artık anlatacak birşeyi vardır ve görünen o ki onların yazdıklarını okuyacağından, okumak isteyeceğinden de emin gibidir. Altı gece yedi gün yazar durur. Mektubunu odanın ortasına ip gibi asar, kalanını duvarlara çiviler, bir ucunu da damdan aşağı sarkıtır. Ailesine yazdığı mektubu şehrin üstünde dolaşmaya bırakır. Bu sırada yatak döşen yatan Atiye Hakk’ın rahmetine kavuşur, Dirmit kız ise annesinin zebanilere diklendiğini kara noktalarından öğrenmiş, annesinin boyun eğmemiş olmasına sevinmektedir. Bunu evdekilerle paylaşınca kara nokta oynaması yasaklanır ama olsun Dirmit kız artık şehrin üzerinde uçuşan bir mektubun sahibidir ve annesi nasıl zebanilere boyun eğmediyse o da hayata boyun eğmemiştir ve eğmeyecektir…

Dirmit, bence Sevgili Arsız Ölüm’ün en önemli karakteri. Başına gelenler, başına gelenlere verdiği tepkiler Dirmit’in farklılığını ortaya koyuyor ve onun zorlu yolculuğuna bizi de dahil ediyor. Köyden gelen Dirmit, şehirde şairliğe, yazarlığa soyunuyor ve aslında bir noktada ailesinin saygısını da kazanıyor. İsyankar Dirmit, boyun eğmiyor ve bence kitap devam etseydi eğer, sonrasında Dirmit’in damdan şehrin üzerine yazdığı mektubu okurduk yani yazar Dirmit’i okurduk…

Berna Turhan