3 Kasım 2010 Çarşamba

Sokağın Otobiyografisi: Hırsızın Günlüğü

“Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip.”
                                                                                                                                  Walter Benjamin

Andre Gide, Dostoyevski biyografisinde, Dostoyevski’yi Fransa’ya tanıtan M. de Vogüé’in, “yazarın nezaketsizliği yüzünden özür dilemek” zorunda kaldığını anlatır. Dostoyevski’nin insan zihnine tuttuğu aynaya yansıyanlar, Paris’in çamurlu sokaklarının sefaletinden çok daha ürkütücü olmalı ki, Batılı yayıncılar Dostoyevski’yi okura bir özürle birlikte sunma gereğini hissederler.  İnsan doğasına ilişkin tüm safdil teorileri yerle bir edecek denli “kötülük” çıkarmıştır şapkasından Dostoyevski ve üstelik onun kötülüğü bildik toplumsal analizlerle, ahlâk teorileriyle açıklanabilecek türden de değildir. En azından Fransız nezaketini incitebilecek  denli kabadır Dostoyevski.

Jean Genet, ilk kitabını yayımladığında birileri çıkıp okurlardan özür dilemiş midir bilinmez ama Genet’nin nezaketsizlik konusunda Dostoyevski’yi fersah fersah geride bıraktığı açık. Dostoyevski hiç değilse insanlara İsa’nın yolundan giderek ulaşabilecekleri bir ruhsal kurtuluşu vaat ediyordu. Genet ise kötülüğü tek erdem haline getirmişti ve bu yüzden de iyiniyetli okurların gözyaşlarıyla kucaklamaya hazırlandıkları geçmişi karanlık bir yazarın otobiyografisini Hırsızın Günlüğü adıyla yayımlamıştı. Hikmetinden sual olunmaz dehaların hınzırlıklarıyla bezenmiş ve yazıldığı anda okura göz kırpan günlükleri, otobiyografileri dolduracak bir hayat öyküsü de yoktur Genet’nin: “Ben 19 Aralık 1910’da Paris’te doğmuşum. Sosyal Yardım Kurumu’nun koruduğu kimsesiz çocuklardan olduğum için, geçmişim hakkında başka bir şey öğrenmem olanaksızdı. Yirmi bir yaşıma geldiğimde bir nüfus cüzdanım oldu. Annemin adı Gabrielle Genet’ymiş. Babam hâlâ bilinmiyor. Assas Sokağı’ndaki 22 numaralı evde dünyaya gelmişim”. Nüfus kayıt memurunu bile tatmin etmeyecek bu bilgiler, okuru nasıl tatmin edebilir ki? En iyisi şöyle bir hayat öyküsü anlatmak: “Kötülük denen şeye doğru bir serüvenin ardından aşkla koşup sonunda hapishaneye düştüm”. Doğum ve ölüm tarihleri arasında verilen ve anlamlı bir bütün yarattığı varsayılan hayat öykülerinden çok daha yalın ve gerçektir Genet’nin öyküsü. Bir piç olarak doğmak, dünyayla öylesine senli benli bir karşılaşma yaşatmıştır ki Genet’ye, hayatı boyunca  ailenin, okulun, kilisenin rehberliğine hiç  ihtiyaç duymamıştır. İhtimaldir ki, bir yurttaş olarak kabulü de, devletin suçlulara ve askerlik çağı gelmiş erkeklere gösterdiği özel ilgi sayesinde olmuştur. Tanrı’nın olmadığı bir an’dır piç doğumu. Sosyal Yardım Kurumu’nun yardımseverliğinin ulaşamayacağı bir dünyaya fırlatılmak demektir. Öğretilmiş bir iyiliğin değil, seçilmiş bir kötülüğün hüküm sürdüğü bir dünyada insan varoluşuna konulan tüm sınırların üstünden atlayıp ikiyüzlü erdemlere “nanik” yapmaktır.

Aslında sokağın otobiyografisidir Hırsızın Günlüğü. “Kötülük denen şeye doğru bir serüven”in yaşandığı sokağın. Genet’nin “siz” diye seslendiklerinin dünyasından tümüyle soyutlanmış, hırsızların, katillerin, fahişelerin, eşcinsellerin mekânı haline gelmiştir sokak. Büyük kent kalabalıklarının evcilleştirici, insanileştirici varlığı ortadan kalkmıştır. Suç,  sokaktakileri, yoksulluğun erdemine sarılıp yaşayanlardan da koparmıştır. Çatıların altında yaşanan—zengin ya da yoksul— tüm insanlık hallerini reddediştir sokak: “Dünyada hiçbir şey alışılmamış, tuhaf değildi. Bir generalin kolundaki yıldızlar, borsa fiyatları, zeytin toplama, adli üslup, tahıl piyasası, çiçek tarhları... Hiçbir şey. Ayrıntıları aralarında tam bir bağlantı içinde olan bu korkutmuş ve korkutulmuş düzenin bir anlamı vardı, bu anlam benim sürgün durumumdu”.

Kötülük isyandır Genet için. Düzenin yasakladığını yapmayı ister o. Hitler Almanyası’nda “Berlinli en titiz burjuvanın beyninin içinde büyük bir ikiyüzlülük, kin, kötülük, acımasızlık ve açgözlülük kaynağı bulunduğunu” düşündüğünden çok sevdiği mesleğini, hırsızlığı, icra etmez. Berlinlileri rahatsız edecek bir başka meslek bulur kendine: Fahişelik. Düzeni yeterince rahatsız etmediğini hissettiğinde “geçerli ahlâk yasalarına saygı gösterilen ve yaşamın bu yasalar üzerine kurulu olduğu bir ülke” aramak üzere yola çıkar.  Dış dünyayla paylaşabileceği bir kötülük çekmez ilgisini, o piç doğumuyla dünyaya verdiği rahatsızlığın ebedi olmasını dilemektedir.

“Kötülüğe adanmış erkekler”in güzellikleri çeker Genet’yi. Belki de dış dünyaya karşı sokağın gücünü temsil eder erkeksi bedenler. Gücün güzelleştirdiği erkeklere duyulan hayranlık onu polislere çeker. Suçlulardan sonra en çok polisler bilir gecenin ve sokağın şeytaniliğini, en çok onlar koşar kötülüğün peşinden. Erkekliğin sembolü olan rozetleriyle yasakoyucunun gülünçlüğünden uzaktır polisler, çünkü “onlar insan öldürebilirler. Uzaktan ve vekaleten değil, elleriyle öldürebilirler. Öldürmeleri, buyrulmuş olsa bile, yine de, kararıyla birlikte, bir katilin sorumluluğunu gerektiren, özel, kişisel bir iradeye bağlıdır. Polise öldürmek öğretilir”. 

Aslında öyküsü yoktur Genet’nin sokağının. Otobiyografisi de. Yalnızca an’ları vardır, ilhamlarını Şeytan’dan değil insan varoluşundan alan hırsızların, katillerin kötülük an’ları. Piç, hırsız ve eşcinseldir Genet. Sokaktakileri de bu üç kelimenin içerisine sığdırarak anlatır. Hepsi fırlatılmıştır sokağa ve onların incelikli duyarlıkları harekete geçirecek, günahlarını bir çırpıda bağışlatacak acıklı öyküleri de yoktur. Okur, sokaktakilerin kötülükten utandıklarına dair herhangi bir ipucu ele geçiremeyecek, vicdanına ve sorumluluk duygusuna seslenen bir yardım çağrısı duyamayacaktır. Dolayısıyla, “kıssadan hisse” çıkarabilecek bir malzeme de yoktur ortada. Genet, Baudalaire gibi “riyakâr” okuyucuya kardeşlik payesi vermez. Erdemli okur,  kendisini sokağa çıkmaktan alıkoyan erdemleriyle kalacaktır eşikte. Genet, dış dünyayla kendisi arasında kelimelerin kurduğu köprüyü kaldırıp atmak konusunda da tereddüt etmez, belki de yazmanın sokağın ihanetlerine benzemeyen türden soysuz bir ihanet olduğunu farketmiştir:  

Sizin hor gördüğünüzü güzelleştirerek, yüreğimi altüst edecek bir şeye büyüleyici, çok     güzel bir ad vermekte toplanan bu oyundan bıkan zihnim, herhangi bir niteleyici  sözcüğü reddediyor; canlı ve cansız varlıkların tümünü birbirlerine karıştırmadan, aynı çıplaklıkları içinde kabul ediyor, ardından, bunları giydirmeyi reddediyor. Böylece, artık yazmak istemiyorum. Harflerden elimi eteğimi çekiyorum.  

Ve son olarak, bütün kötülüğüne karşın, Genet’yi sanat ve muhalif ruh aşkına kucaklamaya hazır okur için Walter Benjamin’den bir pasaj: “Bir Rimbaud’nun, bir Lautréamont’un şeytaniliğini, sanat için sanat’ın bir süsü olarak züppelikler listesine katmanın cazibesine kapılmak son derece kolaydı. Oysa bu romantik maske kaldırıldığında arkasında işe yarar şeyler bulunacak, kötülük kültünün her tür ahlakçı sanat merakına karşı, ne kadar romantik olursa olsun ayrıştıran, arındırıcı bir politik aygıt olduğu keşfedilecektir”. Üstelik, Genet’nin romantik bir maske takınmaya gerek duymaksızın tapındığı kötülük kültü, düzeni reddedenlerin rehavet dolu konformizminden çok daha politik.

Genet, Jean. Hırsızın Günlüğü. Çev. Yaşar Avunç. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997.
Benjamin, Walter. “Gerçeküstücülük”. Son Bakışta Aşk. Çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
           
Aslı Güneş

Bu yazı Birgün Kitap'ta yayınlanmıştır, 3 Ekim 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder