16 Haziran 2011 Perşembe

Norma Jeane'i Nasıl Bilirsiniz?

Norma Jeane, Norma Jeane olarak kalsaydı, büyük olasılıkla sadece yakın çevresindekiler tarafından tanınanacaktı. Yetimhanede kalmamak için erken yaşta evlenecek, çocuk sahibi olacak, annesiyle sorunlu bir ilişki yaşayacak ve hayatı boyunca ona benzemekten korkacaktı, bir de tabi güzelliğiyle onu gören herkesi büyülecekti. Ve tabi Norma Jeane adlı bu sıradan fakat güzel kadın hakkında onlarca biyografi yazılmayacak, ölümüyle ilgili yüzlerce senaryo üretilmeyecekti.



Fakat Norma Jeane, Norma Jeane olarak kalmamayı, onun yerine Marilyn Monroe adlı kadının hayatını oynamaya karar verdi. Zorlu bir roldü Marilyn'in hayatı ama o elinden geleni yaptı. Sinema dünyasında kendine yer bulmaya çalıştı, aptal sarışın rollerinden ötesine geçmek için çabaladı, sevmek ve sevilmek için elinden geleni yaptı, babasını aradı, annesiyle normal bir anne kız ilişkisi yaşamak için uğraştı, korktu, ürktü, ilaçlara, iğnelere sığındı, kendini geliştirmek istedi, okudu, çabaladı. Dünya bir oyun sahnesiydi ve Norma çok çabaladı; güzel, başarılı, çekici, akıllı Marilyn rolünü hakkıyla yerine getirmek için...

Peki, Norma'nın asıl olmak istediği kişi Marilyn Monroe adlı parlak sinema yıldızı mıydı? Bence değildi. Sadece güzel, çekici sinema yıldızı olmak değildi istediği, bence o aslında Zelda Zonk olmak istiyordu; "Bebek gibi konuşan, poposunu sallayan bir sarışın olmak istemiyordu. Monroe, Arthur Miller gibi bir entellektüel, Stanislavsky tarafından yetiştirilmiş bir aktrist olmak ve saygı görmek istiyordu. Değerli bir insan olmak. Monroe makyaj yapmadan, film stüdyosundan ödünç alınmış özel tasarım kıyafetler giymeden, ünlü saçını bir eşarpla kapatıp kemik çerçeveli gözlüğünün arkasına gizlenerek seyahat ettiğinde o kişi oluyordu. Bu sade, zeki, eğitimli aktrist kendine Zelda Zonk diyordu...Kitap okuyordu. Sanat koleksiyonları vardı. Zelda Zonk, sarışın seks tanrıçası Marilyn Monroe'nun olmak istediği kişiydi." (Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk)


alfred-eisenstaedt-marilyn-monroe-reading-at-home

Sonuç olarak, Norma Jeane, Zelda Zonk olmak istediyse bile; dünyaca tanınan, beğenilen, kıskanılan Marilyn Monroe olmayı ve milyonlar tarafından tanınmayı başardı, ve bu rolün hakkını verdi. Ve Marilyn Monroe olarak yaşadıkları, güzelliği, ilişkileri, hastalıkları, ölümü yüzlerce kitaba konu oldu. Bu kitaplardan biri de J. Randy Taraborrelli tarafından yazılan "Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı". Kronolojik bir şekilde anlatılmış Monroe'nun hayatı ve kitap bu zamana kadar yazılıp çizilmiş bir takım bilgileri, ilişkileri de düzeltme iddiasında. Yazar, sayfa sayfa dipnot kullanmayı tercih etmemiş. Onun yerine kitabın sonuna, 'Kaynaklar ve Diğer Notlar' diye bir bölüm eklenmiş. Yani, bana kalırsa kullanılan kaynaklar birebir ve detaylı olarak belirtilmemiş. Ancak yine de, Taraborrelli'nin kitabı, belki sırf Marilyn Monroe ile ilgili olduğu için okuması keyifli bir kitap. Neticede, Norma Jeane'den Marilyn Monroe'ya giden yol pek çok ilginç adımla dolu...

9 Haziran 2011 Perşembe

Tüm "Hanımların Dikkatine"

"Hanımların dikkatine; overlok makinesi, ayağınıza geldi. Halı, kilim, yolluk, paspas kenarına, halıfileks kenarına overlok çekilir. Beş dakikada yapılır, hemen teslim edilir."

"Hanımların Dikkatine", Seray Şahiner'in ikinci öykü kitabı ve aynı günde geçen dokuz öyküden oluşuyor. Evli barklı, çocuklu, düzenli ve tertemiz bir evin kadını olan Reyhan Hanım'ın hikayesiyle başlayan kitap; Ayşe, Sibel, Nergis ve Elif'in birbiriyle bağlantılı hikayeleriyle devam ediyor. Aslında temelde Ayşe ve Sibel'in hikayeleri kesişiyor çünkü ikisi de aynı erkekle beraber. Nergis ve Elif ise Sibel'in ev arkadaşları olmaları nedeniyle sözkonusu kesişimin içerisinde yer alıyor. Aslında kesişenler sadece karakterler değil, kimi zaman bir fesleğen saksısı ya da yeni yıkanmış tertemiz bir perde veya overlok anonsu da hikayeleri birbiriyle ilintili kılıyor.


Kitabın birbirine paralel hikayelerden oluşması, bana göre, okuyucuda dokuz bölümden oluşan bir roman okuduğu hissini de yaratıyor. İster birbirinden ayrı hikayeler, ister birbiriyle içiçe geçmiş hikayeler olarak okunsun, "Hanımların Dikkatine" bence kesinlikle okunmaya değer bir kitap. Kadın olmaya, kadınlığa dair gerçekler, kaygılar, beklentiler, ümitler o kadar güzel ve anlamlı bir şekilde anlatılmış ki...

Ve kitaba başlamanızdan önce sizi uyarayım, "Hanımların Dikkatine"yi boş bir gününüzde okumaya başlayın çünkü elinizden bırakmayı hiç ama hiç istemeyeceksiniz.

2 Haziran 2011 Perşembe

Uzun Bir Aradan Sonra, "Huysuzun Teki"

"Elinizdeki incecik şey, ilk romanım. Bugüne dek insan içine çıkarılmamış, hiç yayınlanmamış olan. Yirmili yaşlarımın ilk yarısında yazdığım ve zaman içinde 'geçmişim' adını alacak dosya-dergi-gazete-karton-kağıt birikintisi arasına terk ettiğim."

Ve yine Vivet Kanetti'nin kelimeleriyle devam edecek olursak, yakın günlerden bir gün, sözkonusu incecik metin Kanetti'nin oltasına takılıyor ve bu defa onu başkalarına göstermekte bir beis görmüyor hatta bunu arzuluyor. Bana kalırsa, iyi ki de o metni tekrar buluyor, okuyor ve okuyucularla paylaşmaya karar veriyor ve bizi tekrar çocuk olmanın, bir çocuk olarak hayatı algılamanın kıyılarına götürüyor.

Kahramanımız, herkesin -biyoloji profesörü hariç- 'huysuzun teki' diye çağırdığı küçük bir kız çocuğu. 95 sayfalık metin dahilinde de bu kız çocuğunun, kendi kelimeleriyle, adım adım büyüyüşünü görüyoruz. İlkokul sıralarındaki maceralarından hızla ortaokul sıralarına ve sıralara erkek isimlerinin kazındığı döneme geçiyoruz. Bu kısa ama keyifli yolculuk sırasında da, insan ister istemez kendi çocukluğundaki sıkıntıları, şaşkınlıkları, sırları, bunalımları, ilk aşkları bir kez daha yaşıyor.

"Huysuzun Teki," sayfaların hızla çevrildiği ve su gibi akan bir mini roman. Şahsen, kitap bittiği ve huysuzun tekini yatağında ayaklarını ısıtmaya çalışırken bıraktığım anda içimi bir hüzün kapladı. Huysuzun tekinin, lise, üniversite, iş maceralarını merak ettim, okumak istedim. Bu noktada da, benim Vivet Kanetti'den ricam, "Huysuzun Tekinin" devam romanlarını yazması, isterse ben de büyük bir keyifle yardım ederim.

Berna T.

21 Nisan 2011 Perşembe

David Lodge ve Yazar, Yazar

David Lodge, romanlarını büyük bir keyifle okuduğum, İngiliz bir yazar. Bu nedenle, Türkçe’ye son çevrilen romanı “Yazar, Yazar”ı da büyük bir heyacanla aldım. Heyacanımın tek nedeni, romanın yazarın David Lodge olması değildi. Bir diğer neden de hikayenin başrolünde, Henry James’in yer almasıydı. Biyografi ve roman içiçeydi ve ben büyük bir keyifle okuma yolculuğuna başladım.

Elimdeki kitaptan temel beklentim, Henry James gibi eserleri klasik olarak nitelendirilen ve yüzyıllardır okunan bir yazarın; yaratma, yazma süreçlerinde neler yaşadığını ve bunun yanısıra bir yazar olarak hayatının nasıl bir akış izlediğini öğrenmekti. Romanın açılış bölümü, sözkonusu beklentilerimin karşılanacağı hissini yarattı bende çünkü şahane bir şekilde Henry James ve onun ev hali ile açılıyordu roman. Ancak ilerleyen bölümlerde, romana temel olarak Henry James’in tiyatro oyunları yazma yönündeki çabaları ve bu alanda yaşadığı hayal kırıklıkları hakim oldu. Ve tiyatro oyunları ile ilgili bölümler o kadar uzundu ki zaman zaman Henry James’in bir roman yazarı mı yoksa oyun yazarı mı olduğundan emin olamadım. Evet, tiyatro yazarı olma çabaları, romanlarının beklediği ilgiyi görmemesiyle alakalıydı ve tekrar roman yazmaya dönmesinden önceki önemli bir süreçti ama yine de tiyatro oyunları kısmı beni Henry James’ten uzaklaştırdı.

416 sayfalık roman boyunca, yukarıda bahsettiğim nedenlerle, James’in gündelik hayatının ritmini ya da yazma yazamama süreçlerini tam olarak içselleştiremedim. Oysa, bana göre, bir yazarın gündelik hayatını öğrenmek, okuyucu için her zaman daha ilgi çekici. Gerçi, yazarların gündelik hayatlarına ulaşamamamızda, sözkonusu yazarların pek çoğunun, ölmeden önce günlüklerini, mektuplarını yakmaları da etkili. Nitekim Henry James de dönem dönem sayısız mektup yakmış. Durum böyle olunca, gündelik hayata ulaşmak da biraz zor oluyordur tabi.

Sonuç olarak, “Yazar, Yazar”, David Lodge’un diğer romanları kadar sürükleyici ve canlı olmasa da, Henry James’in hayatını belli yönlerini öğrenmek için okunabilir. Ancak bence, bu romanın öncesinde David Lodge’un nasıl bir yazar olduğunu daha iyi anlamak için benim favori romanlarımdan biri olan “Düşünce Balonları” okunabilir.

İyi okumalar!

Berna T.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Geri Dönüşün O Büyük Sihri: "BİLMEMEK"

Değişmeden, dönüşmeden ne zamana kadar aynı kalabiliriz? Başka bir biçimde ifade edecek olursam, ülkemizden kilometrelerce uzakta uzun süre yaşadıktan sonra, “unutmanın” sis perdesinde kimliğimizi, kültürümüzü ne zamana kadar hatırlayabiliriz? Kundera’nın hafıza, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk ve unutuş üzerine düşüncelerinin izlerine rastadığımız “Bilmemek” adlı romanı, uzun süre kendi vatanından ayrı yaşamak zorunda kalan Irena ve Josef’in yaşamlarından hareketle “göçmen” olma durumunu sorguluyor. Yazar, bu aşkın yurtsuzluğun sancılarını okuyucuya nostalji şemsiyesi altında ustaca sunuyor.

1968 Sovyet işgalinden sonra Prag’ı terk etmek zorunda kalarak Paris’e yerleşen Irena, arkadaşı Sylvie’nin teşvikleriyle yeni bir başlangıç yapmak için yirmi yıl sonra tekrar Prag’a geri dönme kararı alır. Irena dönüşünü kutlamak için eski arkadaşlarıyla bir buluşma ayarlar. O kadar heyecanlıdır ki davetlilerine sürpriz yapmak için özenerek satın aldığı eski Bordeaux şarabını açtığında arkadaşlarının şaşkın bakışlarına maruz kalır. Çünkü arkadaşları Prag’ın en önemli sembolu olan bira içmeyi tercih edeceklerdir. Belki Kundera, bu küçük ayrıntıyla Irena’nın eski arkadaşlarından ayrıştığının ilk izlerini okuyucuya sunarken bir yandan da dönüşün sancılarını vurgulamaktadır. Eski arkadaşlarının yanında kendisini yalnız hissedip özlemle Paris’teki arkadaşı Sylvie’yi anımsayan Irena’nın yirmi yıl önceki hayatı yerini nostalji duygusuna bırakır.  


“Dönüş, Yunanca’da nostos demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji doyuralamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder. [...] İspanyollar Anoranza diyor; Portekizliler Saudade diyorlar. [...] İspanyolca’daki anoranza, anorar ( nostalji duymak, özlemek) fiilinden gelir, o da Latince Ignorare (bilmemek) sözcüğünden türeyen Katalanca enyorar’dan. Bu etimolojik aydınlatmanın ışığında, nostalji, bilmemenin acısı olarak ortaya çıkıyor.”

Nostalji duygusuna bağlı olarak belleğin belirsizliğinin ipuçlarına ise Josef ve Irena’nın yıllar sonra tekrar karşılaşmalarında rastlarız:  eski aşkı olan Josef’i hiç unutmayan Irena’ya karşılık Josef ne Irena’yı ne de onun adını anımsayabilmiştir. Hep bu karşılaşma anının hayali kuran Irena ise hayal kırıklığının getirdiği üzüntüyle Josef’i  sadece yıllar önce bir yabancıyla yaşadığı macera olarak düşünür.

“Yıllar sonra tekrar görüşen iki insanın heyecanını hayal ediyorum. Bir zamanlar sık sık görüşmüşlerdir ve bu yüzden de, aynı yaşanmışlıklarla, aynı anılarla bağlı olduklarını düşünürler. Aynı anılar mı? Yanlış anlamalar burada başlar: Anıları aynı değildir, ikisi de geçmişten iki ya da üç durum hatırlamaktadır, ama herkesinki kendinedir; anıları birbirine benzemez, birbiriyle örtüşmez; hatta nicel olarak bile birbirleriyle kıyaslanamazlar; biri öteki hakkında, onun kendisi hakkında hatırladığından çok daha fazla şey hatırlar; önce belleğin kapasitesinin bir bireyden ötekine faklılık göstermesi yüzünden, ama aynı zamanda, birbirleri için aynı derecede önem taşımamaları yüzünden.”

Bana göre bu alıntı romanın mihenk taşını oluşturuyor: Geri döndüğümüzde belki kendimiz dahil olmak üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ancak “bilmeme”nin ardındaki sis perdesi ise bizim geçmişimize atfettiğimiz anlamda gizli sanırım...

Özden T.

15 Şubat 2011 Salı

Patricia Highsmith'le Tanışma...

1921 yılında doğan Patricia Highsmith'in, ilk romanı, "Strangers On a Train" (Trendeki Yabancılar, Can Yayınları), 1950 yılında yayınlanmış ve 1951 yılında da Alfred Hitchcock tarafından filme çekilmiş ve büyük beğeni toplamış. Hayatı boyunca, toplam 19 roman ve bunun yanısıra pek çok hikaye yazan Highsmith, maalesef benim bu zamana kadar okumadığım bir yazardı. Ancak Beyoğlu'ndaki Robinson Crusoe Kitabevi'deki satış danışmanının Patricia Highsmith'in hayatına ilişkin anlattıkları, bende hemen bir romanını alıp okuma isteği uyandırdı. Aldığım roman, yazarın "Those Who Walk Away" adlı, 1967 yılında yayınlanan romanıydı.

Roman, iki erkek karakter arasında gelişiyor; eşi Peggy yeni intihar etmiş Rayburn Garrett ve kızı Peggy yeni intihar etmiş Edward Coleman. Coleman, 21 yaşındaki kızının sebepsiz, mektupsuz intiharı nedeniyle Ray'i suçluyor. Ancak olaylara bakıldığında, Peggy'nin intiharının Peggy'den başka bir sorumlusu yok fakat Coleman, insanoğlunu bazen sebepsiz yere ele geçiren bir çeşit intikam ateşiyle yaşamaya başlıyor. İlginç bir intikam aslında Coleman'ınki; Ray'le görünüşte medeni bir ilişkileri var ve Ray'le birlikte yedikleri bir akşam yemeğinden sonra onu bir anda öldürmeye kalkışabiliyor, örneğin. Ray, Coleman'ın neyin peşinde olduğunu biliyor fakat o da Coleman'dan kaçmıyor. Kısacası aralarındaki intikam savaşı ya da kovalamaca, klasik intikam senaryolarına uymuyor. Takip eden bir anda takip edilen oluyor. Ve bir de bakıyoruz ki takip edilen aslında ondan intikam almak isteyenden intikam almaya karar vermiş.

Bu ilgi çekici intikam planlarının yanısıra, romanın benim en hoşuma giden diğer bir yönü ise, kimliklerin geçiciliğiyle ilgili söyledikleri. Shakespeare'in de oyunlarında sık sık altını çizdiği gibi hepimizin istediğimiz anda farklı kimliklere bürünebileceğimiz, bugün Ray olan birinin, başka bir gün Filippo ya da Mr Wilson olabileceği ve bir anda genç yaşta karısını kaybeden bir adamdan başka bir insana dönüşebileceği...

Kısacası, "Those Who Walk Away" hem intikam konusuna bakış açısıyla hem de sahip olduğumuz kimliklere ilişkin düşündürdükleriyle ilginç bir roman diyebilirim. Bu arada Patricia Highsmith'in Everest Yayınları tarafından yayınlanmış "Güzel Gölge" adlı biyografisi de romanlarını okurken, yazarın hayatına ilişkin fikir verebilir.

İyi okumalar!

Berna

9 Şubat 2011 Çarşamba

Tanrıların Terk Ettiği Bir Dünyanın Epiği...

Uzun zamandır zihnimi meşgul eden “Roman nedir?” ya da “Niçin roman okuyoruz?” sorularına yanıt ararken gözüme kitaplığımdaki Georg Lukacs’ın Roman Teorisi kitabı ilişti. Sahiden neden roman okuma ihtiyacı duyuyoruz? Yaşadıklarımıza dair olup bitenleri bize yansıttığı için mi yoksa parçalanmış olan bütünlüğümüzün yeniden oluşmasını sağlama imkanı sunduğu için mi?


Georg Lukacs : Roman Teorisi

Lukacs’ın “Roman Teorisi” adlı çalışması adından anlaşılacağı gibi bir romandan ziyade teori kitabı. Şimdi teori kitabının burada ne işi var diye düşünebilirsiniz! Ancak bu blogda yazılan roman tanıtımlarının önemini vurgulamak adına -belki gerekli değil ama- önemli bir yazı olduğunu düşünüyorum. Lukacs’ın bu kitabından yararlanarak asıl sorunsalım olan “Roman nedir ve niçin roman okuyoruz?” sorularıma yanıt bulmaya çalışıyorum.
 
Lukacs klasik anlamda roman tanımına girişmeden önce romanın ortaya çıktığı Batı’yı, Yunan ve Modern olmak üzere iki eksen üzerinden tanımlamaktadır: Yunan dünyası bütünlüklü deneyimi sağlayan mekanı karşılarken; Modern dünya ise bu bütünlüğün parçalandığı zaman dilimini temsil etmektedir. Lukacs parçalanmışlık döneminin edebiyat biçimi olarak ortaya çıkan -yani modern dünyanın bir yapıtı olan- romanı, yitirilmiş olan bütünlüğün yapıtta yeniden tesis edilmesi çabası olarak tanımlamaktadır. Heideggerci bir üslupla söylemek gerekirse roman;“Tanrıların çekip gittiği ve henüz geri dönmediği” bir dönemin yapıtıdır.


Roman okuyucuları, okurken, ideal ile gerçek arasında yaşadıkları iki arada kalmışlığı telafi etme olasılığını bulurlar ki Lukacs da bu telafi girişimini bir dünya epiği olarak değerlendirmektedir. Ancak temel bir farkla; yeni bir biçim olarak roman, bütünlüğün yittiğinin ya da yitirildiğinin farkındadır. O halde roman, bu yitirilmenin arkasındaki arayışı sunmaktadır. Lukacs’ın bu tanımından hareketle belki de bu arayış çabasını bir nevi telafi mekanizması olarak ele almak mümkündür. Zaten Lukacs’a göre roman kişilerini de ancak bu telafi figürü etrafında düşünmek mümkün olabilir. Çünkü modern dünyanın epiği olan romanda eski edebi türlerden farklı olarak roman kahramanı sadece kendisi olarak, kısmen de yalnız olarak varolmaktadır. Dolayısıyla, roman karakterlerinin belirli tekil varoluşunu konu alan roman, kahramanları aracılığıyla bütünlüğün parçalanmışlığına yanıt aramaktadır. Bu da karakterlerin içinde bulunduğu dünyaya anlam kazandırma çabası olarak düşünülebilir. Nitekim Lukacs da, romanın esas gerilimini bireyin parçalanmış ve yabancılaşmış deneyim alanıyla aradığı ya da yeniden tesis etmeye çalıştığı bütünlük arasında gerçekleştiğini söylemektedir. Böylece roman bir yandan okuyucuya bütünlüğün bozulduğuna dair hakikati sunarken diğer yandan da bunun telafisine yönelik bir girişimde bulunmaktadır.

“Roman biçimi, aşkın bir yurtsuzluğun ifadesi ya da Tanrıların terk ettiği bir dünyanın epiğidir”.


Romanın yansıttığı dünya, aslında roman kişisi tarafından kurulmuş bir dünyadır ve roman da bu dünyayı sadece kurgulamakla sınırlı kalmaz aynı zamanda onu yaratır da. Lukacs’a göre roman, bilinçli olarak gerçekliği kurgulayarak üretilmektedir. Sonuç olarak Lukacs’tan hareketle, romanın mimetik bir etkisinden ziyade yaşanan yitirilmişlikleri deneyimlediğini söylemek doğru olur.

Sonuç olarak, belki de bu zamana kadar bir çoğumuz farkında bile olmadan kendi hayatımızdaki parçalanmışlıkları deneyimleme ve bunu telafi etme çabasıyla romanlara sarıldık...  

Özden T.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Murakami'yle Yola Devam

Murakami'nin tek kitabını okumak yetmedi açıkçası ve bulduğum başka bir kitabıyla yola devam ettim; "Zemberekkuşunun Güncesi" bu seferki romanının adı ve bana göre, okuması son derece keyifli.

Romanı (735 sayfa) henüz bitiremedim ama yine de birkaç şey yazmak istedim. Murakami'nin romanları insanda ilginç, eşsiz bir rüya görüyormuş hissi yaratıyor. Okurken, sanki bir rüyanın içindeyiz. Bunun dışında, son derece sıradan insanların başına gelen sıradışı olaylar da okuyucuyu çok etkiliyor bana göre, çünkü çoğumuzun hayatı, çoğu zaman son derece sıradan. Ancak Murakami sayesinde, sıradan bir, hukuk bürosu çalışanının başına gelenleri okurken hayatın aslında her an sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyoruz.

Kısaca, Murakami'nin büyülü, gizemli dünyasının içine okur olarak bir kez girince çıkmak zorlaşıyor ve insan yüzlerce sayfanın nasıl geçtiğini anlamıyor.

1 Şubat 2011 Salı

Kafka'yla Sahilde

Tom Robbins’le girdiğim büyülü dünyadan tam çıkacakken, bu sefer de Haruki Murakami ile yepyeni ve gizemli bir dünyaya girdim. Kafka’nın 15. yaş günündeki evden kaçışıyla başlayan “Kafka Sahilde”, her sayfada daha gizemli ve sürükleyici bir hal aldı benim için. Ve tarihin derinliklerinden çıkıp gelen, hala aklımızı kurculayan bir soruyu, kendi kendime tekrar sormama neden oldu; “Tanrıların ya da diğer bir deyişle kaderin oyuncağı mıyız her birimiz, yoksa kendi kaderimizi örme, yaratma gücüne sahip miyiz?” Aslında bu soruya verilebilecek bir cevap yok gibi gözüküyor. Fakat Kafka’nın babasının kehanetiyle paralel ilerleyen yaşamında, bu soruyu sık sık kendimize soruyoruz.
Kehanet demişken, bilindiği üzere, Oedipus da kendisiyle ilgili kehanetin hem başrol oyuncusu hem de kurbanıdır. Kendisiyle ilgili kehanetten kaçmaya çalışırken, adım adım kehanetin içine düşer; babasını öldürür, annesiyle evlenir ve sonunda yaptıklarının farkına vardığında da, olan biteni bilemediği için kendi elleriyle gözlerini kör eder. Oedipus, Tanrıların, kaderin oyuncağıdır, kaçmaya çalışsa da.  Kafka için de benzer bir kehanet sözkonusudur ve o da kaçmaya çalışır. Başka bir kimlikle yeni bir varoluş yaratmaya çalışır. Bunda başarılı olup olmadığı tabiki romanın sayfalarında gizli. Kafka’nın yolculuğunun yanısıra ve bununla içiçe başka hikayeler de var “Kafka Sahilde”nin sayfalarında; Nakata Amca’nın hikayesi, Hoşino’nun, Saeki Hanım’ın, Oşima’nın hikayesi…Rüyalarla gerçeğin birarada ilerlediği hikayeler.
Haruki Murakami’nin, altı romanı Türkçe’ye çevrilmiş, bunların arasında Murakami’nin ilk romanı, “İmkansızın Şarkısı” da var. Murakami, bu ilk romanı, 1974 yılında yazmış ve sonrasında da hikayeler ve romanlar yazmaya devam etmiş. Ben şahsen iyi ki yazmış ve yazmaya devam ediyor diye düşünüyorum çünkü yaklaşık 650 sayfa kalınlığındaki “Kafka Sahilde”yi bir solukta okudum ve sonrasında artık Murakami’ye ara verip başka bir yazara geçeyim dedim ama olmadı. Okumaya başladığım “Kişisel Bir Sorun” adlı romanı bırakıp, tekrar Murakami’ye döndüm. “Zemberekkuşu’nun Güncesi” masanın bir kenarında duruyor ve açıkçası ben biran evvel okumaya başlamak için sabırsızlanıyorum.

Berna
  

25 Ocak 2011 Salı

Sıska Bacaklar Üzerine

Ellen Cherry Charles ve Boomer Petway, hindi şeklinde bir karavanla, hedefi New York olan bir balayı yolculuğundadırlar.

Onların balayı yolculuğunun bir noktasında ise başka yolcular da ortaya çıkar. Sedefli Deniz Helezonu, Bay Sopa, Bay/Bayan Konserve, Bayan Tatlı Kaşığı ve Bay Kirli Çorap; Kudüs'e gitmeye çalışmaktadırlar.

Peder Buddy Winkler, Mesih'in ikinci gelişinin yakın olduğuna inanmaktadır, tam gaz vaazlarına ve faaliyetlerine devam etmektedir.

Spike ve Abu, New York'ta, BM binasının karşısında İshak&İsmail adında, dindarların hedef noktası olarak hayata başlayan bir restaurant açarlar.

Ortadoğu'da, Kudüs'te karışıklık sürmektedir. İnsanlar dini, siyasi nedenlerle birbirlerini öldürmeye, yaralamaya devam etmekte fakat temelde kim, neyi, neden yaptığını bilmemektedir.

Kutsal Topraklar'a ilk kim gelmiştir, bu topraklar kimindir? Kim, kimin için savaşmaktadır? Mesih ikinci kez gelecek midir? Kim cennete, kim cehenneme gidecektir?

İzebel kimdir? Salome kimdir?

Sanat nedir? Kim iyi bir ressamdır?

Ve tüm bunların paralelinde, Salome'un tülleri tek tek düşerken; hayatımızın, zihnimizin, gözümüzün önündeki dini, siyasi ve hayati yanılsamalar da tek tek yok olmaya başlar. Tom Robbins'in ve masalsı, büyülü kahramanlarının sayesinde, okur olarak silkelenip kendimize gelme, anladığımızı sandığımız şeylere bir daha ve daha dikkatli bakma şansı elimize geçer. Bu kaçırılmayacak bir fırsattır, bana göre, çünkü böyle bir romana, insanın zihnindeki tıkanmış boruları açan bir romana daha rastlamak zordur. Ve Tom Robbins, iyi ki yazmıştır bu romanı.

Berna

18 Ocak 2011 Salı

Biraz da Kişisel Gelişim

Yeni yılla birlikte çoğumuz yeni kararlar alır, kendimize yeni hedefler belirleriz. Kimimiz daha çok kitap okumayı hedefleriz, kimimiz haftada 3 gün spora gitmeyi. Bazılarımız hedeflerimize ulaşmak için yıl boyunca çabalarken, bazılarımız ise hedeflerimizi, daha yılın ilk ayı bile sona ermeden unuturuz. İster hedeflerimize ulaşmada başarılı olalım, ister olmayalım, yeni yıl yeni kararların zamanıdır. Ve Talane Miedaner'in "Yaşam Koçluğu" adlı kitabı da özellikle yılın ilk günlerinde okunmaya değer bir kitap, bana göre.

Bir yaşam koçu olan, Miedaner, "Yaşam Koçluğu" adlı kitabında, adım adım hayatınızı -tabi eğer istiyorsanız- nasıl düzenleyeceğinizle ilgili rehberlik ediyor. İlk bölüm doğal gücünüzü artırmayla ilgili, sonrasında ise tasfiye etme, zaman yaratma, sevdiğin işi yapma, güçlü ilişkiler kurmayla ilgili bölümlerle kitap devam ediyor. Sadece okuyup, "Tamam oldu, artık düşünce gücüyle kendime sevdiğim işi çekebilirim," diyeceğiniz tarzda bir kitap değil "Yaşam Koçluğu", içinde pek çok uygulama da barındırıyor. Örneğin, "Tasfiye Edin," adlı bölümde hayatınıza yeni birşeylerin girmesini istiyorsanız, eski şeylerin elden çıkarılması gerektiğinden bahsediyor. Bu bölüm, içinde pek çok gereksiz eşya, giysi vs barındıran evlerin temizlenmesi açısından insanı gerçekten motive ediyor diyebilirim. "Tasfiye Edin" bölümü dışında, bana göre, en başarılı bölümlerden "Sevdiğiniz İşi Yapın" adlı bölüm. Bu bölümde, işinden nefret ederek çalışan insanlara, "Evet, yarın gidip istifa edin, sevdiğiniz işin hayalini kurmaya başlayın, bu iş size gelecektir," gibi bir öneride bulunmuyor Miedaner. Sevmediğimiz bir işte çalışırken, yapmaktan keyif alacağımız işi bulmada uygulamalar öneriyor. Örneğin dans etmeyi seviyorsak, çalışmaya devam ederek bir taraftan da düzenli olarak dans kursuna devam edebiliriz ve bu esnada dans etmenin tüm hayatımız olmasından keyif alıp almadığımızı test edebiliriz diyor. Ya da bahçıvan olmak istiyorsanız, önce gidin arkadaşlarınızın bahçelerinde gönüllü olarak bahçıvanlık yapın ve bu işi tecrübe edin diyor. Bu önerilerin dışında, kitabın içinde yer alan farklı çalışmalar da var, örneğin kişinin kendisini keşfetmesi için cevaplaması gereken sorular veya çeşitli konularda yazma çalışmaları gibi.

Miedaner'in kitabı, yeni yıla girerken insanı canlandıran, hareketlendiren bir kitap diyebilirim. Benim en hoşuma giden tarafı sadece düşünce gücüne değil, bireyin hareket etmesinin gücüne de önem vermiş olması. Bir de küçük bir not, kitabı yanınızda şöyle büyük bir defterle okumaya başlayın çünkü yapacağınız, yazacağınız pek çok alıştırma, hedef sözkonusu. Son olarak da, kendi kişisel okuma tecrübemden yola çıkarak, her hafta bir bölümü okumanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum çünkü bu sayede hem okuyup hem de, örneğin birşeyleri tasfiye etmeniz gerekiyorsa, tasfiye işlemini halledip bir sonraki aşamaya geçebilirsiniz.

Berna

11 Ocak 2011 Salı

"Ubuntu" Üzerine...

Aslinda hersey sirketin yoneticilerinden birinin veda yemeginde basladi.
Genel Mudur isten ayrilan arkadasa "e anlat bakalim bize, bu organizasyonun
icinde en iyi ve en kotu anilarini" demesiyle beraber herkes eteklerindeki
taslari doktu bir bir gecenin ilerleyen saatlerinde sarabin da etkisiyle...
Birden ortaya cikti ki cogumuz bir takim halinde calistigimizi
dusunmuyoruz, departmanlar sadece kendi iclerinde calisiyor, bir diger
departmana yardimci olmayi birak geri bildirimde bile bulunmuyor ve herkes
ayni departmanda bile kendi isine bakiyor. Bizim gibi kucuk, herkesin ayni
katta acik alanda oturdugu, toplanti odalarinin bile camdan oldugu bir
organizasyon icin garip bir durum.

Bu tartismanin sonucu olarak, yoneticilere gelen yeni yil hediye
paketlerinin icinden Ubuntu adinda kucuk bir kitap da cikti. Ubuntu eski
bir Afrika geleneginin adi. Kisaca insanlarin esitligine, insanliga saygiya
dayali ve her insanin vazgecilmez bir degeri oldugunu savunan, takim
halinde baris icinde calismayi destekleyen bir inanis. Apartheid sona erip
de Guney Afrika'da Mandela basa gecince beyazlarin yonetiminde yillarca
ezilmis zencileri beyazlardan oc almaya kalkmaktan Ubuntu korumus, ve
herseye ragmen beyazlara karsi saygiyla davranmalarini saglamis.

Bu kitapta Stephen Lundin ve Bob Nelson Ubuntu'yu bir hikayenin icinde
anlatiyorlar. Hikaye yonetici pozisyonuna yeni atanmis herhangi birinin
basindan gecebilecek bir hikaye. Kahramanimiz John, zaten bir suredir
calistigi bolumun basina getirilir ama hicbirsey bekledigi gibi
gelismemektedir, departmanin performansi gun gectikce duser, kendisi
elemanlarinin hatalarini kapatmaya calisir ama bunu yapmak icin de zamani
yoktur, herseye yetisemez ve artik karisi da onu terk etmeye karar
vermistir.  Iste tam bu sirada departmanda yeni isel baslayan, Afrika
kokenli Simon Ubuntu ile tanistirir onu. Kitap aslinda iliskilerde temel
prensiplere donmemizi sagliyor. Bir yerinde hayvanlar dunyasi ile insanlar
dunyasi arasindaki farki da oldukca etkileyici bir bicimde ortaya koyuyor “
Dogada ne odul ne de ceza vardir, sadece sonuc vardir” diyerek

 Kitap 130 sayfa civarinda, okumasi kolay, basit bir Ingilizce ile
yazilmis. Belki bahsettigi konular gunun sonunda dunyanizi degistirmeyecek
ya da bir yonetici gurusu olmayacaksiniz ama hepimizin gunluk kargasa
icinde unuttugu insanlarla iletisimde, topluluk icinde yasarken gozonunde
bulunurulmasi gereken temel prensipleri hatirlamak acisindan oldukca
faydali. 2-3 saatlik bir ucak yolculugunda yolun sonunda gulumseyerek
ucaktan inmek istiyorsaniz ideal bir kitap.

Bulut

7 Ocak 2011 Cuma

Düşünce Balonlarımız

Tanıdığımız ya da tanımadığımız birine ait bir günlük ya da kayıt hangimizin ilgisini çekmez? Başka insanların zihninden geçenleri merak etmeyenimiz vardır? Bence, çoğu insan bulduğu bir günlüğü okumadan ya da kaydı dinlemeden yoluna devam etmez ve yine çoğumuz başka insanların zihninden geçenleri bilmenin çoğu durumlarda son derece iyi olabileceğini düşünürüz. Ancak bu yollarla, bir insanın en gizli kalmış, sansürsüz düşüncelerine ulaşma şansını, bir ihtimal, yakalayabiliriz. Ve düşünsenize, sevdiğiniz fakat sevgisinden bir türlü emin olamadığınız birinin günlüğünü okusanız, olup bitenle ilgili ne çok şey öğrenebilirsiniz.

David Lodge'un "Düşünce Balonları" adlı romanında ünlü yazar Helen Reed'in yazdığı günlükleri okuyarak ve insan bilinci alanında bir uzman olan Prof. Ralph Messenger'in bilinci keşif gayesiyle kaydettiği düşüncelerini dinleyerek, iki insanın en gizli düşüncelerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Roman Messenger'in düşüncelerini kaydettiği bir sahneyle başlıyor, Helen Reed'in yazdığı günlükle devam ediyor ve bunları takiben, Tanrı anlatıcı tarafından bize bu iki insan ve diğer roman kahramanları arasında olup biten anlatılıyor. Bu üç bölümlük - ses kaydı, günlük, Tanrı anlatıcı - kurgusu, romanın tamamında tekrar ediyor. Okuyucu olarak her iki insanın en gizli düşüncelerini öğrenip, sonrasında da bu iki insan ve Gloucester Üniversitesi'ndeki ve çevresindeki diğer insanlarla ilgili okuduklarımız ilginç bir okuma deneyimi yaratıyor. Her gün günlüğünü okuduğunuz birinin dış dünyada nasıl davrandığını izlemek gibi bir deneyim.

Bu deneyim ve yanısıra Ralph Messenger ile Helen Reed arasında bilinç üzerine yapılan sohbetler, bilinç üzerine yapılan bilimsel araştırmalar romana etkileyici bir arka plan sağlıyor denebilir. Şöyle ki, romanın benim üzerimdeki etkisi, hemen bilinç üzerine yapılan araştırmaları okuma isteği oldu. Kısaca, "Düşünce Balonları", insan bilinci, bu bilinci nasıl ve ne kadar dışa vurduğumuz ve zihnimizin içindeki düşünce balonları başkaları tarafından öğrenilirse, neler yaşanabileceği ile ilgili ve okuması keyifli bir roman. Son olarak romanın çevirisinin de gayet başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

"İnsan her an bilincinin üzerini jaluziyle kapatabilir. Asla karşımızdaki insanın ne düşündüğünü gerçekten bilemeyiz. Bize bunu söylemeye karar vermiş olsa bile, gerçeği mi, yoksa gerçeğin tamamını mı söylüyor asla bilemeyiz. Aynı şekilde, kimse de bizim bildiğimiz şekliyle düşüncelerimizi bilemez."

Berna

4 Ocak 2011 Salı

Bir Öykü Kitabı

"Bir öykü kitabını mı yoksa bir romanı mı okumayı tercih edersin?" diye sorulsa, cevabım hiç düşünmeden "Roman okumayı tercih ederim," olur. Dört beş sayfalık, bana göre, kısa süreli bir keyiftense, dört yüz sayfalık uzun bir yolculuğa çıkmayı tercih ederim. Bu nedenle de, genelde, okuduğum romanların sayısı,  okuduğum öykülerden fazla olmuştur. Ancak 2010'un son günlerinde aldığım, Murat Gülsoy'un "Tanrı Beni Görüyor Mu?" adlı öykü kitabı, öykülerle yeniden yakınlaşmamı ve öykü okumanın da, kısa da olsalar, çok keyifli olduğunu bana hatırlattı.

Murat Gülsoy'un öykü kitabı, ilk bakışta, öykülerin adlarıyla çok ilgi çekici bir hal kazanmış. Benim kitabı satın alma ve okuma tecrübemde, "Tanrı Beni Görüyor Mu?" başlığı oldukça belirleyici oldu diyebilirim. Sanki kitapta bu sorunun cevabı saklıymış gibi davrandım, kitabı alırken ve okurken. Bu arada kitaba adını veren "Tanrı Beni Görüyor Mu?" adlı öykü, kitabın son öyküsü. Ve ben çok sabırlı davranarak, sözkonusu öyküyü ilk okuma şansımı kullanmayıp, son ana kadar bekledim. Zaten "Tanrı Beni Görüyor Mu?" adlı öyküye kadar olan yolculukta yer alan öyküler, bir süre sonra okuyucuyu öyle içine alıyor ki, "Tanrı Beni Görüyor Mu?" sorusu ve buna okur olarak verilmeye çalışılan cevap, geri plana atılıyor diyebiliriz.

Öykülerde, bana göre, temel nokta, rüya ile gerçekliğin arasındaki ince sınır, bu sınırın belirsizliği ve bu belirsizlik içerisinde, hayatı algılayışımız. Rüya sandığımızın gerçek, gerçek sandığımızın rüya olması, rüya gerçekler, gerçek rüyalar içerisinde yaşam. Bunun yanısıra, genel olarak tüm öykülerde kendini hissettiren, bir diğer nokta da, kimlik meselesi, benim için. Şöyle ki, bir şeyi söylememiz ya da başkalarının söylemesiyle, o şeyin kimliğimiz, hayatımız haline gelmesi.Örneğin, bizi hiç tanımayan bir insanın "Ne iş yapıyorsunuz?" sorusuna, vereceğimiz "Doktorum," cevabı, evet bizi doktor yapmaz ama karşı taraf açısından algılanışımızı, hayattaki yerimizi değiştirebilir. Bir bakmışız, bir doktor gibi yaşıyoruz. Ya da, herkesin, sizin bir öykünün kahramanı olduğuna inandığını ve onları aksine ikna edemediğinizi düşünün, siz bile farkına varmadan, bir öykü kahramanı gibi yaşamaya başlayabilirsiniz. Okuduğunuz öykülerin kahramanı olabilirsiniz.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Murat Gülsoy'un öykü kitabı, rüyayla gerçeklik, farklı kimlikler, farklı anlatım biçimleri, farklı algılar, farklı arayışlar içerisinde, bana göre, okuru son derece ilginç bir dünyaya götürüyor. Ve unutmadan "Tanrı Beni Görüyor Mu?" adlı hikaye, kitabın kesinlikle son okunması gereken hikayesi, kitabın bitişine şahane bir nokta koyuyor.

Berna